Bu akşam ben ona Kumkurdu’nu okurken Nohut; ne kadar güzel kelimeleri var, dedi kitap için. Durdum ve içimden, waaav, dedim, edebiyatın bundan daha öz bir tanımı olabilir mi?
Aklıma Woolf’un “edebiyat memnuniyetsizliklerimizin kayda geçirilmesidir” sözü geldi, yıllardır bu sözü arada bir aklımda evirip çeviririm; neden memnuniyetsizlikler ve nasıl bir kayıt? Edebiyatı sıradan bir kayıttan ayıran şey ne mesela? Bir çocuktan öğrendiğime göre artık diyebilirim ki; güzel kelimeler, güzel kelimelerin yazana özgü biçimde bir araya gelişi, kelimelerin yalnızca konuşmaya yaramaktan çıkıp hissedilen, yaşayan bir bütüne dönüşmesi, bir şeyler anlatmak ya da kaydetmekten de öte; kelimelerden bir dünya kurmak.
Tekrar ve tekrar yazmak istediğim bir şeyi yeniden hatırladım. Sabah uyandığımızda koştuğumuz su gibi, gıda gibi ihtiyacımız olan bir şey, ruhumuzun suyu; sevgi. Sevgi bir tohumun bütün gücüyle büyümesini, bir çiçeğin en güzel haliyle açmasını sağlayan şey, sevgi ile ancak gerçekten var olabiliriz.
Uzun zamandır bütün o insanlık sorunlarının, acıların, yaraların ardında hep şunu buluyorum; koşulsuz sevgi için haykıran bir çocuk.
Sevgi bir çocuğun kendisi olmasını, bu dünyayla bağ kurmasını sağlayan şey. Sevgi olmadan temellerimiz çatırdıyor, dallarımız göğe uzanmak yerine etrafını sarıp kendini kapatıyor ışığa.
Sevgi ile olan ilişkimize bakışımızı değiştirecek bir şeyler yapmayı öyle çok isterdim ki, içimizdeki sevgiyle bağ kurabilmemizi ve böylece başkalarıyla bağlantı kurabilmeyi.
Bütün yaşamımızı sevgimizi aktarmanın, anlatmanın yollarını arayarak geçirmek, başka ne için burada olabiliriz ki?
Bir yandan sevgi derken, bunu okuyan herkes başka bir şey anlıyor belki de, sevgi derken yanına koşulsuzu ilave etme gereği bile duyuyorum mesela, halbuki şartlara göre değişen sevgiye sevgi diyebilir miyiz? Bazen sevgiyi içi boş sözcükler ya da dile gelmesi zayıflık saydığımız bir şey sayıyoruz, geçmişten gelen tanımlar, hikayeler, yaralarla zihnimize üşüşen bambaşka şeyler oluyor ama bir anlığına gözlerimizi kapatıp bunları bir kenara bırakabilsek, içimizdeki sessizlikte, toplumun, ailemizin ya da başka herkesin konuşmadığı o yerde, belki de hepimiz, ortak bir şeyler bulabileceğiz
Sevgi bizim dünyaya gözlerimizi açtığımız, nefes aldığımız, bulamadığımızda bütün ömrümüzü onun peşinde geçirdiğimiz bir kaynak.
Ailelere “çocuklarınızı sevin, daha çok sevin”i anlatmaya çalıştığımda genelde cevapları “biz zaten çok seviyoruz”a dair bir şeyler oluyor. Peki bir başka insana ulaşmayan, onun ruhunu yeşertmeyen şeye sevgi diyebilir miyiz?
Üstelik sevgi, “zaten seviyorsak” çoktan tozlanmıştır, her gün onunla bağlantı kurmayı denemek, ışığın tozlanan camını parlatmak gerekir.
Eğer geçmişteki anne halime bir tavsiye verebilecek olsam, sevmenin, daha çok sevmenin yollarını ara derdim, birine ufacık bir faydam dokunabilecekse eğer, içinde sevmeye dair bir ışık yakabilmek isterdim.
Ve Ursula’nın baş tacı sözüyle; “sevgi bir taş gibi öylece yerinde durmaz, ekmek gibi her gün yeniden yapılmalıdır.”
Nohut doğduktan sonra, belki çocukluktan kalma bir alışkanlık ya da belki yazmanın karşı konulamaz arzusuyla hep günlükler yazdım. Geçen baharda, bebekken yazdığım günlükleri ona okumaya başladığımda ise şunu fark ettim ki; günlük tutmak şimdiye dek yaptığım en iyi işlerden biriymiş. Çünkü Nohut, bu günlükleri her gün defalarca okutturdu bana, her okuduğumda çok mutlu oldu, her satırıyla ilgilendi, sorular sordu, bebekken yaptıklarına güldü, önceleri yapamadığı ve artık yapabildiği şeyleri fark etti, annesinin dilinden kendi maceralarını okudu, bazen okuduğumuz günlerle ilgili fotoğrafları da bulup onlara baktık, bebekliğini gün be gün yeniden işledik adeta. Şimdiye kadar okuduğum kitaplar falan şöyle bir kenarda dursun, günlükler tartışmasız en sevilen, en çok okunan kitaplarımız oldu. Nohut’umun bir küçük kişisel tarihi 😊
Günlükler böyle sevilince, Nisan ayında kızımla birlikte günlük yazmaya başladık. Başlangıçta ona da okuyarak ben yazıyordum, bazen o söylüyor ben yazıyordum, bu yaz resimler de çizerek tutmaya devam ettik, o çizdi, ben resimler hakkında bir şeyler yazdım. Günlüğün başlangıç kısımlarında ben daha aktiftim, harflerle ilgilenmeye başlayıp yaşadıklarıyla ilgili resimler çizmek istedikçe yavaş yavaş ona bıraktım işleri.
Birlikte günlük tutmanın, çocuğun hafızasını geliştirmeye, benlik gelişimine, dikkatine, yaratıcılığına, muhakeme ve dil gelişimine sayısız faydalarını anlatabilirim ama bence bunlardan çok daha önemli olanı, yaşadığınız muhteşem maceraları birlikte kağıda döküp sonra onu elinizde tutup tekrar tekrar okuyabilmenin, belki de unutulup gidecek küçük ayrıntıları orada saklayabilmenin, o anları yeniden çağırıp onlara birlikte gülümseyebilmenin keyfini kelimelerle anlatmak mümkün değil
Çok sevdiğim, “Çavdar Tarlasında Çocuklar” kitabında;
“Büyük bir çavdar tarlasında oyun oynayan çocuklar getiriyorum gözümün önüne binlerce çocuk, başka kimse yok ortalıkta-yetişkin hiç kimse, yani- benden başka. Ne yapıyorum, uçuruma yaklaşan herkesi yakalıyorum; nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, ben bir yerlerden çıkıyor, onları yakalıyorum. Bütün gün yalnızca bu işi yapıyorum. Ben, çavdar tarlasında çocukları yakalayan biri olmak isterdim. Çılgın bir şey bu, biliyorum, ama ben yalnızca böyle biri olmak isterdim.”
diye yazmış Salinger.
Bu satırları şimdilerde okurken, “ben de çavdar tarlasında ebeveynleri yakalayan biri olmak isterdim” dedim içimden. Nereye gittiklerine hiç bakmadan koşarlarken, onları durdurup çocuklarının, ailelerinin yanına göndermek isterdim. Onlara, yaşamlarının tam da orada, sevdiklerinin yanında yeşerdiğini anlatmak isterdim, yaşamın bütün güzelliğiyle o anda aktığını, yanı başlarında, ellerinin altında, burunlarının ucunda olduğunu anlatmak, uçuruma değil yaşamaya, çocuklarınızın yanına, onlara sımsıkı sarılmaya koşun, demek isterdim.
Bahar günü uçuşan kelebekler, yüzümüzde gezinen gün ışığı, çimenlere serpiştirilmiş uğur böcekleri gibi neşeyi çoğaltan çocuklarına bakmalarını, kahkahalarla uçuşabilecekleri, zıplayıp delirebilecekleri, oyunla renklenebilecekleri zamanın, hemen şimdi olduğunu hatırlatmak isterdim.
Hiçbirini duymadılar diyelim, onlara yalnızca; böyle hızla nereye koşuyorsunuz, diye sormak isterdim.
Kar örtüsünün, şükürler olsun ki günlerdir manzaramız olduğu şu günlerde, karın neden beni hemencecik bir kelebek haline getirdiğini düşünüyorum, karlı bir güne uyanmak sihirli bir dünyaya uzanmak gibi, çocukluğun sihirli dünyasına, saf sevince.
Günler hep aynı şeyler sürüp gidecekmiş gibiyken, yaşamın ortasında açılan bir mucize gibi. Zorunlulukları silen bir el. Okula gitmek yok, ödev yok, sıkılmak hiç yok, yalnızca kendini dışarı atıp kendini kaybederek, ellerin buz kesene kadar oynamak var. Kara bulanmak, manzaranın kendisi olmak. Sonra eve, her zamankinden daha sıcak, daha huzurlu yuvana dönmek, yuvanın kucağına kıvrılmak var.
Bu karlı günlerde elimde, Richard Louv’un, Doğadaki Son Çocuk kitabı var. Neredeyse bir yılını dolduracak olan salgın sonrası, sık sık çocukların doğadan uzaklaşıp ekrana kapılmalarının sakıncalarını vurgulayan bu kitabı okurken, onlar iyi günlerimizmiş deyip duruyor bir yanım.(Bununla birlikte, Allah beterinden korusun, diyen bir teyze de var içimde:))
Yazar önemli bir şeye vurgu yapıyor, doğayı seven, koruyan çocuklar yetiştirmek istiyorsak onlara daha çok doğa kitabı okumak, daha çok bilgi sunmak yerine onları daha çok doğaya götürmeliyiz diyor, doğayı bizzat deneyimlemelerinin önemini vurguluyor. Doğa felaketleri, nesli tükenen hayvanlar, değişen iklimler gibi konularla çocuklarda ancak daha çok kaygı yaratabiliriz diyor ki ben bunu çocuğa sorumluluk sahibi olsun diye ödevlerini bitirmesi için baskı yapmaya benzetiyorum, sonucunda ödev dendiğinde ortaya kaçacak yer arayan bir çocuk çıkıyor. Benzer şekilde, doğa çocuklarda kaygı yaratan bir hayalete dönüşebiliyor.
Bunun yerine, çocuğun doğayı deneyimleyerek onunla bağ kurması, yaşamının içinde olan, yaşayan, heyecanı, sevinci çağıran bir yer olması, kapısının önünde yaşayan hayvanları, ağaçları merak etmesi, onlar için bir şeyler yapabilmesi, görmesi, dokunması, etki edebilmesi, maceranın içinde olması, böylelikle bütün duyuların, duyguların yoğunluğuyla yer etmesi doğanın ruhunda, o zaman doğa, onun için kendi duygularının aktığı, ona ait, onun için bir yer oluyor.
Tam da o zaman doğa kitapları okumak da anlamını ve yerini buluyor.
Kar yağınca neden bir kar tanesi olup uçuştuğumu, bir duygu ırmağının içinde aktığımı bu kitabı okurken daha iyi anlıyorum, çocukların bütün varlıklarıyla doğada olmasının, mevsimlerin değişimini, döngüleri, bütün mucizeleri içinde olarak yaşamalarının onları nasıl büyütüp zenginleştireceğini ve türlü güçlüklerde destekleyeceğini artık daha iyi biliyorum.
Pencereden kara bakarken içimdeki genişleme hissini anlatmanın imkanı yok, yüzlerce sayfa, onlarca kitap okumakla da bilebileceğimiz bir şey değil, bunu yalnızca yaşayarak bilebilir ve hatırlayabiliriz.
Bu yıla baktığımda, zorlukların yanında en güzel şey galiba evimle ve yakınlarımla kurduğum bağın şekil değiştirmesi ve güçlenmesi oldu.
Önceleri, iş-market-okul vb arasında koştururken ev bir uğrak, alelacele toplanıp hızlıca çıkılan, türlü telaşelerle, yüklerle dönülen, çabucak yemek yapılıp bir an önce yatılıp uyunan bir yermiş, yavaşlayıp sevdiğim insanlara bakabilmek, onlarla sohbet edebilmek ise nadiren yapabildiğim bir şeymiş. Bu yıl ilk kez, bu kadar uzun süre evde kaldım, ilk kez yavaşlayabildim ve hatta durabildim.
Evimin içinde sakince dolaşabildim, ayrıntıları fark ederek, bazen değiştirerek, ortalığı toparladım, dipleri, köşeleri düzenledim, fazlalıkları ayıkladım. Tekrar ve tekrar dolandım odalarda, masalarda kitaplarımı, defterlerimi dağıttım, yazdım çizdim, yeniden toparladım ve yine dağıttım.
Her köşesini bildiğim, değiştirdiğim bir oyun alanı oldu sanki ev, hiçbir şey olmayan ama her şey olan bir oyuncak. Hiçbir eşya değişmedi, yeni eşyalar girmedi evime ama bu yıl benim için en çok, evim değişti.
Evi ilk kez bu denli sevdim, rengini, dokusunu, kokusunu, esnemesini, genişlemesini, onu ellerimle şekillendirebilmeyi ve hep değiştirebilmeyi. Onun içinde sevdiklerimle geçirdiğim her anı. Ailemle uzun uzun konuşabilmeyi, bir yerlere yetişme telaşı olmadan kızımla oynayabilmeyi, ilk kez gerçekten kızıma uzun uzun bakabilmeyi, onunla birlikte yaşadığımız yeri, günü düzenlemeyi, birlikte esneyip değişebilmeyi.
Elimi uzattığımda neyi bulacağımı bilmenin rahatlığına alıştım, sırtımı dayadığım yastığa, her yanımızda kitaplara, seslerimizle renklenen alanlara.
Evden çıkmak zorunda kalmadan, yorulmadan, o saksıyı buraya mı koysak, oyuncakları nasıl yerleştirsek, bu hafta neler pişirsek diye keyifle düşünebildiğimiz, kararlarımızı kendimiz verebildiğimiz, her şeyin yerini değiştirebildiğimiz, bizim için en rahatı, en güzeli bulabildiğimiz ve istediğimiz an değiştirebildiğimiz bu yerde, birlikte yaşadığım insanları her gün biraz daha sevdim.
Mükemmel diye bir şey yoksa bile bence ona en yakın yer, istediğimiz gibi kıvrılıp esneyebilen ve bizi sevdiklerimizle birlikte tutan evlerimizdir.
Şiddetin nerede başladığını düşünüyorum. Bir insan başka bir insanın acısına nasıl duyarsızlaşabilir, körleşebilir? Bir başkasının varlığını yok saydığımız, dünyasının sınırlarını ezip geçtiğimiz yerde, ötekini insan olarak göremediğimiz, sınıfladığımız, etiketlediğimiz, nesneleştirdiğimiz, kendi karanlığımızla karaladığımız yerde başlıyor gibi geliyor bana. Kötülük, muazzam bir yaratılışı içimizdeki karanlıktan dilimize gelen bir kelimeye indirgediğimizde başlıyor.
Peki nereden geliyor bu karanlık, nasıl başlıyor ve büyüyor?
Uzaklarda değil, yanı başımızda gündelik hayatın sıradan günlerinin içinde, gücün nasıl kullanıldığını, kendi varlığını başkalarıyla birlikte nasıl olduracağını izleyen çocukların kalbinde tohumları atılıyor.
I
Kuşların hep birden havalandığı anlarda dile sığmayan bir şeyler var, dil kafesini açıp göğe kavuşan bir kuş misaliyle, kuş diliyle anlatsam, bir rüya görürsün ve bir his kalır geride; uçup giderek gözden kaybolan kuşların kulağında kalan sesleri, oyun oynayan çocuğuna baktığın an; neşeyle cıvıldaşan kuşlar.
Kırlarda koşarken başının üstünden uçup geçen kuşlar, bir yaz gecesi toprağa uzanıp yıldızları izlerken bir yerden başka bir yere uçan kuşlar
Böyle bir yaşamak aradığım, dilden ötede, bir kuşun kanadında
II
Nohut ile uzun zamandır süregelen bir rutinimiz var. Akşama doğru, pencerenin önüne oturup sürü halinde, dans ederek geçen kuşları izlemek. Etrafımızda art arda dikilen, onların uçuş alanlarını gasp eden yüksek binalara rağmen hâlâ, her akşam aynı yere gelip birlikte türlü figürlerle uçuyorlar.
Üzerimize akşam yorgunluğunun çöktüğü, radyoda aheste müziklerin çaldığı sıralarda, yüksek apartmanların, araçların, yolların hâkim olduğu manzaramız birden değişiyor, sanki bir mucize gerçekleşiyor, kuşlardan örülü bir dalga gelip gidiyor, gözden kaybolur gibi olup apartmanların arasından hızla yükselip uçuyor, neredeyse penceremize değecek kadar yaklaşıp aniden havalanıyorlar. Tekrar ve tekrar dağılıp toplanıp, genişleyip daralıp, inip çıkarak uçuyorlar.
Onların gökte dalgalanarak uçuşları içimdeki dalgaları çağırıyor, uçar gibi bakıyorum dünyaya, bir anda bütün kederler, kaygılar, ağırlıklar siliniyor, tek başına uçmanın özgürlüğünden kuş sürüsü olmanın güzelliğine eriyorum.
O uçuşta sanki günler, yıllar, mevsimler; bir hayat dalgalanıp geçiyor ve geride kalbimden ibaret olduğum o kısacık an kalıyor yalnızca.
Gözlerimi kapatıp yıllar sonra bu anı hatırladığında, kızımın kalbinde bir pırıltı, bir ışık olduğumu hayal ediyorum.
Kelimeler üzerine düşündüm bugün. Yaptığım işte, çocuğumla iletişimimde, gündelik hayatımın her anındaki gücünü, etkisini, ağzımızdan çıkan kelimelerin geldiği ve gittiği yolu, nefesimizin kelimelere dönüşüm mucizesini ve ne kadar çok kelimeyle çevrelendiğimizi, mucizeyi fark etmekten ne çok uzakta olduğumuzu. Zihinlerimizin kelimelerle nasıl şekillendiğini, kalplerimizin nasıl kararıp aydınlanabildiğini, buz tutup ısınabildiğini. Madem dedim, böyle muazzam bir gücü var kelimelerin, öyle her kelime, o kelimenin taşıdığı güç, etki kolaylıkla girememeli zihnime, sonra kalbime ulaşıp nefesimle ben fark etmeden çıkıp çarpmamalı başka bir kalbe. Bir kelime filtresi hayal ettim, başka bir insandan gelen kelimelerin sevgi ve şefkat mi, yoksa nefret ve şiddet mi içerdiğine bakan, süzen, şiddet içeren kelimelerin geçişine izin vermeyen. Kelimelerin koşarak, yıkarak geçip gittiği değil, yavaşça, usulca aktığı bir zihin ve sakin bir kalp düşledim.
Küçük, yavaş ve sessiz şeyleri seviyorum. Usulca yağan yağmur gibi, yağmurdan sonra her yana sessizce yayılan, bana hep yeniden başlamayı hatırlatan, o hafif, tazecik koku gibi. Güneş açınca her yanda gezinen minik ışıklar gibi. Mesela karıncaları ve salyangozları ve kuru yaprakları. Mevsimlerin değişimini. Usul usul rüzgarları, bulutları, hiç ses etmeden başımızın üstünde duran en güzel maviliği. Basıp geçtiğimiz şifa yüklü otları. Sessizlik, yavaşlık ve küçüklük mucizesi tohumları. O minicik şeylerin meyveyi, sebzeyi, ağacı, ormanı içinde taşıyor olmasını. Küçük, yavaş ve sessiz şeylerin çok kıymetli olduğunu, öyle sandığımız gibi, öyle göründüğü gibi olmadığını yeniden yeniden anladığım anları.
Ve nasıl özlüyorum bir tohumu ellerimle tutup toprağa bırakabilmeyi.
Yeryüzüne nasıl yaşayacağını bilmeden gelen tek canlı, insan diye düşünüyorum. Bitkiler mesela, yaşamanın diğer adı onlar, buldukları asgari yaşam koşullarında hemen filizlenip yeşeriyorlar. Hayvanlar yaşamak, hayatta kalmak için gerekli her ne varsa onu uygulamak için dünyaya gelmiş gibiler. Bir küçücük su damlasında bir arada yaşayan çeşitliliği bir düşünün. Bir küçük toprak parçasında uyum içinde var olan sonsuz canlılığı. Onca değil, az sayıda insanı bile birlikte, küçük bir alana koyduğunuzda neler olabileceğini düşünün sonra. Değil yakından, uzaktan bile yaşamı sürdürmeye değil durdurmaya, sona erdirmeye yatkın bir yan var insanın içinde. İnsanın ayakta kalmasını sağlayan şey; egosu, aynı zamanda baş düşmanı. Bu yüzden insanın kendini tanımaya ihtiyacı var, egosunu bilmeye, yaşamayı sonradan öğrenmeye.
Bir ağaç mesela, doğumundan itibaren varlığıyla, kendiliğinden bir şiir. Oysa insan varlığının şiirini sonradan, uğraşla, emekle yazmalı, her güne gözünü yaşamın içinde, başkalarıyla birlikte kendisi olma gayretiyle açmalı. Elinden ne geliyorsa, onunla, kendisini ve merkezini her gün, yine kendisine hatırlatmalı. Bir çiçek suya kökleriyle, bir hayvan sezgileriyle kendiliğinden ulaşırken insan suyu tanımalı, keşfetmeli, kendisi ile su arasında bağ kurup güçlendirmeli, canlılığa hükmedip kontrol etmenin gücü ve hazzının sahteliğini ve yok ediciliğini kavrayıp yaşamın temelleriyle bütünleşebileceği bir dünyayı zihninin bütün kıvrımlarıyla kurgulayıp elleriyle kurmalı.
1.NEDEN OYNUYORUZ?
Oynuyoruz çünkü çocuklar “anne kötü günler geçiriyorum demiyor, oyun oynayalım” diyor. Oynuyoruz çünkü çocuklar yaralarını ancak böyle iyileştirebiliyor. Oyun şu anda hem bizim hem çocuklarımızın derdine derman oluyor. Hareket, açık havada olmak gibi önemli ihtiyaçları kısıtlanan çocuğun bu yokluğu varlığa çevirebilmesinin tek yolu oyun. Oyun, çünkü hava gibi, su gibi gerekli çocuk için ve hâlâ içimizde yaşayan bir çocuk varsa bizim için de öyle. Öyle güzel bir şey ki üstelik, tek tipleştirilemiyor, kalıba dökülemiyor, hep canlı, hep değişken, fiziksel yapımızın kısıtlayıcı yanına inat bütün sınırları aşıyor, genişliyor, çoğalıyor, yeşertiyor.
Oynuyoruz çünkü, depresyon hırkasını geçirip sırtımıza, ben bıraktım, deme lüksümüz yok, onlar koşturup dururken bizim de en azından adım atmamız, enerjisi kaynayan çocuklara bir yol açmamız, alan yaratmamız gerek. Bunlar bizim temel sorumluluklarımız ama ondan da ötesi bütün bunları bir zorunluluktan değil, çocuklarımızın gözlerinden aldığımız ışıkla yapıyoruz. Bazen yoruluyoruz, çokça üzülüyoruz, düşüyoruz bazen, korkuyoruz, çokça hatalar yapıyoruz, boyumuzu aşan kaygılara rağmen devam ediyoruz, çünkü çocuklar var, ışıltıları var, gülüşleri var, bekleyişleri var, onların içlerinde çağlayan sonsuz kaynak kurumasın, hep aksın diye, bulduğumuz her toprak parçasına tohum ekmeye ve yaprakları hayal etmeye devam ediyoruz.
2. NEDEN OYNAYAMIYORUZ?
Oyun oynuyoruz diye yazdığımdan beri aklımda, yazdıklarımı okuduktan sonra yükselebilecek bazı iç sesler; peki ya oyun oynamak istemiyorsak, içimizden gelmiyorsa oynamak, akmıyorsa oyun, ne yapacağız?
Elbette her an müthiş bir dikkat ve keyifle oyun oynamamız zaten mümkün değil. Bu soruya, bana kalırsa, bu durumda şunu yapmak gerekir, diye cevaplar vermek de mümkün değil. Çünkü oyunun olduğu yerde kurallar, kesinlikler, kalıp cevaplar da yok. Elbette işimiz olduğunda çocuklara bunu anlatabilir ve oyun oynamak için uygun bir zamana birlikte karar verebiliriz. Ya da bir gün şevkle oynadığımız bir oyunu ertesi gün aynı keyifle oynayamayabiliriz. Hepsi insan olmanın doğal iniş çıkışları ve kabulümüz.
Peki ya işleri bitirip bir kenara kaldırdık, oturduk çocuğumuzun yanı başına ve oynamak da istiyoruz ama hâlâ oynayamıyorsak, sıkılıyorsak ne olacak?
Karşılığında bir başkasından ya da kendimizden net, kesin, somut cevaplar almak için değil de içimize bir taş atmak ve dalgalarını izlemek için sorduğumuz, bize bir yol açan, içimizin örtülerini aralayan soruları seviyorum, bu soruyu da böyle bir soru olarak atıp suya, yola çıkıyorum :) Evde olduğumuz uzun zamanda, oyun oynarken kendime baktığımda, şimdiye kadar fark etmediğim pek çok yanımı, pek çok sesi duyma fırsatı buldum. Oyunun faydasına ve önemine dair okuduğum ve tam da bu dediğim onca yazıya rağmen içimde derinlerde bir yerde oyunu gereksiz gören bir yanla karşılaştım mesela, “evet şimdi ne yapıyoruz, bundan sonra ne yapacağız, hangi önemli işi bitiriyoruz, oyun oynamıyoruz burdaaa, bu kadar zamanda kaç kitap okurdum amaa” deyip duran bir ses. Hemen önemli, elle tutulur bir şeyler yapmam gerektiğini, oyun oynamanın bir şey yapmamak, zamanı boşa geçirmek olduğunu söyleyen bir ses. İşleri önemli-önemsiz diye ayıran bir ses. Anın içinde kalamayan hep bir sonraki adımı planlayan, bir sonra ne yapılacağına odaklanan, işleri bitirmenin peşinde bir ses.
O sesi kınamadan, yargılamadan, daha yakından dinlemeye, anlamaya çalıştığımda, bu sesin gündelik hayatın hızına yetişme, benden beklenen sorumlulukları zamanında yerine getirme, iyi, faydalı, işe yarar işler yapma çabamdan geldiğini gördüm.
Peki gündelik hayatın hızına neden yetişmeliyim, neyi kendim için iyi, faydalı olarak tanımlayabilirim, kendimden ve başkalarından beklentilerimi bir kenara bırakarak, bu soruları hiç uzun uzun düşünmüş müydüm?
Yaşamdaki önceliklerimi, özlediklerimi sık sık kendime sorduğum bu zamanlarda tekrar ve tekrar sordum; senin için gerçekten önemli olan şey ne? En çok ne yapmak isterdin? Neyi özlerdin? Benim cevaplarım; yakınlarımla kurduğum canlı bağ, onlarla genişleyen bir anın içinde olabilmek, bir oyunun içinde ya da sevdiklerimin gözlerinin pırıltısında kaybolmak ve her daim bahçeye açılabilen bir evin kapısıydı.
Kaosun içine kolaylıkla yuvarlandığım zamanlarda çocuğumun neşeli sesiyle oyuna çekilmenin iyileştirici gücünü fark ettim sonra. Tam karanlık kuyulara yuvarlanacağımda; anne bak ne icat ettim, deyip elindeki garip nesneyi burnuma tutması, bitimsiz merakı, küçücük şeylerden kocaman heyecanlar üretmesi.
Sanki içimde yıllar içinde üstü “dur”la, “sus”la, “yapma”larla, “saçma”larla, “akıllı, sorumlu, olgun, ciddi olmak zorundayım”larla örtülen yanımın üstündeki katmanları çocuk neşesi, doğallığı, uçarılığı bir anda dağıtıveriyordu. Bir şair” yalnızlığın papatyaları” diyordu çocuklar için. Çocukların bizi oyuna çağıran sesi biraz da bu; yetişkin ciddiyetinin bizi içine çektiği yalnızlık ve tekdüzeliği bir anda kırları kaplayıveren papatyalar gibi şenlendirmesi.
3. ÇOCUĞUN ENSTRÜMANI; OYUN
Öykülerle Terapi eğitiminde “Çocukla iletişimin aracı oyun ya da öykü” diye not almışım defterime, “didaktik yol çocuğun enstrümanı değil.”
“Yapmalısın, etmelisin” lerin çocuğun dünyasına nasıl dokunmadığını, yalnızca yetişkinler için anlam ifade ettiğini nasıl anlatmalı diye düşünüyorum ne zamandır. Düşündükçe fark ediyorum aslında yetişkinlere bile işlemediğini bu “yapmalıyız, etmeliyizler” in de nasıl bir kanal bulabilirim karşı tarafa açılan diye düşünüyorum. Nasıl bir “aha!” taşı atabilirim suya?
Çocuk ancak oyunla deneyimleyerek içselleştirebilir anlattıklarımızı. Düşünün, biri size elmayı anlatıyor ince ayrıntılarıyla; lezzetini, dokusunu, kokusunu. Elmaya dokunmanın, bir elmayı dişlemenin yerini tutar mı bu anlatılanlar? Çocuklar oyun oynamayı neden bu kadar çok seviyor, çünkü oyun çocuk için yaşamak demek, çünkü karnım açken elma tasviri dinlemekle doyamam, ah mümkün olsa da sürecin en başından, elmayı ağacın dalından koparıp da çıtır çıtır yeme deneyimiyle, bütün duyularıyla doysam, hatta çekirdeğinden bir elmanın ağaca dönüşmesine şahitlik etsem ve katkıda bulunsam da hiç unutmasam, köklerimle toprağa, dallarımla göğe uzasam.
Bunu çocukların serbest oyunlarında olduğu gibi bütün yaşam deneyimlerinde aradıklarını da söyleyebiliriz rahatlıkla, çocuklar için bizdeki gibi keskin çizgilerle ayrılan oyun ve oyun olmayan ayrımı yoktur ki, anlaması bizim için zor olsa da; yaşam bütünüyle bir oyun ya da oyun yaşamdır. “Hep mi oyun oynayacak, bu mümkün değil ki” bakışı tam da oyunla yaşamın birbirinden ayrıştığı yerden gelir.
Daha açıkça; mesela “Dişini fırçalamalısın”ın, çocuğun dünyasında hiçbir yankısı yoktur, dişlerini fırçalamasın demek bir çocuğa, duvara; bana baksana demek gibi, kemanı üfleyerek çalmaya çalışmak gibidir bana sorarsanız. Yani yanlış değil ama etkisiz ve kemandan bu şekilde ses çıkacağına dair boş ümitler içindeysek bizi öfkeye sürükleyerek, yok yere yanlışlar yapmamıza sebep olabilir.
Bunun yerine;
“Bir timsahın dişlerini temizlemeye minik kuşlar gelmiş” in ya da “banyoya doğru yüzen ördekler ağızlarını böyle açıp kapatırmış”ın çocukta yarattığı heyecanı, göz parıltısını bir düşünün ve yaşadığı o keyfi her diş fırçalayışında hatırlayacağını.
Tam da burada, “peki ama nasıl sorumluluk kazanacak çocuğum, ya sorumsuz olursa, oyun olmadan hiçbir şey yapmazsa” diyen iç sesime diyorum ki; tam da böyle sorumluluk kazanır çocuklar, bir işi keyifli bir anla kaydettikçe zihnine, o iş söz konusu olduğunda keyifle koşacaktır yapmaya.
Sonra bir de soralım; çocuğuma sorumluk kazandırmalıyım sesiyle, gerginliğiyle yaptırmaya çalıştığınız şeylere mi, yoksa birlikte oynayarak eğlendiğiniz, merak ederek öğrendiğiniz şeylere mi koşa koşa gider bir çocuk?
4. KENDİNE AİT BİR OYUN
Nohut ile oynamayı çok sevdiğimiz bir oyun var son zamanlarda, atlas ile dünya turu. Çocukları hazırlıyor, karavana bindiriyor, atlastan rotamızı, hangi ülkelerden geçeceğimizi belirliyoruz, sonra her ülkenin sayfasını açıp tarihi-turistik yerlerini geziyor, yiyeceklerinden tadıyoruz. Oyunu seslendirirken zihninimin içinde bambaşka sesler, konuşmalar dönüyor. Gezmenin, evden dışarıya adım atmanın imkânsız hale geldiği bir dünyada oyunla geziyor oluşumuza şaşırıyorum. Şimdilik evden çıkamayacağımız gerçeğini kabul ederken, dünyayı gezebildiğimiz başka bir alan yaratıyoruz, o alanı tamamen bize özgü bir yolla şekillendiriyoruz, “olmayan”dan, “yok”tan yeni bir “var” üretiyoruz.
Bütünüyle bize ait olan o alanda sakinleşiyor, iyileşiyoruz, oyunla, müzikle, şiirle, resimle, masalla; sanatla. Oyunun iyileştirici gücü, onu etkinlikten, taklitten, tekrardan ayıran sırrı da burada yatıyor galiba. Bir tohum gibi toprağa sığınıp, içimizdeki canlılığın hayat bulabileceği yeni bir alan açıp, orada canlanıp, dallanmak ve dışarıya bir yaprak uzatmakta.
Hani çocuklar hata yapıyorlar, söz dinlemiyorlar diye kızıyoruz da, böyle kızmalara kendimizi kaptırmışken unutuyoruz ya; biz yetişkinler olarak nasıl çok ve ne büyük hatalar yaptığımızı, üstelik bu dünyada yaşadığımız, öğrendiğimiz, hatalarımızı fark edebildiğimiz yılların sayısı çocuklardan kat be kat fazlayken. Gündelik yaşamın koşturmacasında bir hatanın getirdikleriyle uğraşmak, kırılan bir bardak ve yere dağılan cam parçalarını mesela, bir yeri kanarsa kaygısıyla, onlarca bekleyen işin arasında, hele ki yorgunken toplamak, ne zor geliyor da, birbirine karışarak fokurdayan duyguların çıkan dumanı öfke oluyor da ağzımızdan hiç de bizim olmayan sözcükler dökülüveriyor ya.
Diyorum ki, şu ilk tepkiler var ya, ah o ilk tepkiler, otomatik, adeta bizi yok sayıp devreye giren o mekanik tepkiler, onlara bakmalı, sen bi dur, bi otur kenara sakince konuşalım demeliyiz, o ilk tepkilerin içinde neler var; omzumuza yüklediğimiz ağırlıklar, kuyruğumuza doladığımız işler, dağın tepesine itmeye çalıştığımız koca bir kaya parçası, belki o kaya parçalarının içinde bir mağarada hiç anlaşılmamış, hataları kabul görmemiş bir çocuk.
Ne varsa bir kenara koymalıyız önce, o koca çantayı bir yere bırakmalıyız. İnsan kolunda, sırtında o koca yükle, ya da yetişmeye çalıştığı bitmeyen işlerle, koştururken nefes nefese, nasıl anlayabilir, nasıl bakabilir ki, nasıl görebilir ki bir canı olduğu haliyle? Bir hatayı nasıl sarıp sarmalayıp ondan bir inci çıkarabilir ki?
Günün içindeki güzel anlarla birlikte zor anlara da nasıl kalbini açabilir ki?
Anneliğimin beşinci yılında kendime ve “yok mudur bu işin bir kolay yolu” diyenlere yalnızca şunu söylemek isterim: Dur.
Çünkü o anda işte, kısacık bile durabilsek büyük fark yaratabiliriz.
Fesleğenli bir masada buluşmuşuz bir yaz gününde. Her geçen fesleğenin başını okşuyor, özgürce dokunabilmenin kokusu yayılıyor etrafa. El ele tutuşmanın, bir "karanfili elden ele dolaştırabilmenin"
Balkon yeni yıkanmış, akşam sofrası kuruluyor, kesilmiş domateslerin suyu parlıyor tabakta, karpuz dilimlerinin çekirdekleri göz kırpıyor. Bir yaz akşamının başlamak üzere olduğu o anda balkon taşlarının ve hafif rüzgârın serinliğini duyuyorum. Bahçede koşuşan çocukların cıvıltılarını. Özgürce koşan, dokunan; bütün yapraklara, toprağa, yüzüne, burnuna, saçına. “Dur” diyen olmak zorunda kalmadan, kırlarda bir kelebeği izler gibi ele avuca gelmeyişlerini hayranlıkla izliyorum. Ne zordu diyorum, her geçen gün ne kadar zordu, hepsi geçti.
Tencereler sofraya taşınıyor, tabaklara çekiliyor yemekler, bakıyorum herkes masada, bütün sevdiklerim yanımda, tatlı bir sohbetin ortasında, pazardaki karpuzcu, fehime teyzenin torunları, bahçenin bakım işleri gibi muhteşem bir gündemimiz var, insan o gündemin içinde eriyip yitmek, her gün o gündemle uyanmak, gözlerini hep o gündemle kapatmak istiyor. Bahçenin bakımı diye tekrarlıyorum içimden, diliyorum ki seni her gün bu sofrada, hep birlikte, ömrüm yetene dek konuşayım.
Gece vakti bahçeye çıkıyoruz. Şezlongları açıyoruz, çay bardakları elden ele dolaşıyor, yaz gecesinin göğüne bakıp gülerken biliyorum ki, ömrümün en güzel anının içinde geziniyorum.
Bazı şiirleri okurken, sanki doğadaymışım, toprakta oturuyormuşum, ağaçlı bir yolda yürüyormuşum hissini yaşıyorum.
Neden, diye düşündüm bugün, Nohut masada bir şeyler çizerken, ben bir şiir kitabının sayfalarını çevirirken, manzaramda yüksek apartmanlar varken, bir an, neden bulutlara kadar gidip geldim. Doğada, toprağa uzanıp göğe, ağaca baktığımda dünyanın bütün yükleri, gürültüsü uzakta gibidir, ağaç bana, gökyüzü bana kelimelerle bir şey anlatmaya, öğretmeye çalışmaz, sessizdir, oradadır, kuş o anda uçmakta, rüzgâr o anda esmekte, ben olmasam da devam edecek bir dönüşe şahitlik edebiliyor olmanın, muazzam bir canlılığın içinde kendi nefesimi de duyuyor olmanın şükranı kaplar içimi.
Şiir de biraz böyledir, sessizdir, öğretmeye çalışmaz, zihnime konuşmaz. Okurken ruhumda bir nehir gibi akar. Kelimelerden oluşur ama kelimelerin bildiğim bütün anlamlarından arınarak uçtuğu, susarak aktığı yerdedir.
Bugün okuduğum şiirden;
"Sen geldin ve benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi ve üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin
Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu
Bulutlar geldi altında durduk
Konuştun güneşi hatırlıyordum
Gariptin yepyeni bir sesin vardı
Bu ses öyle benim öyle yabancı
Bu ses saçlarımı ıslatan sessiz bir kardı
Dişlerin öpülen çocuk yüzleri
Güneşe açılan küçük aynalar
Sert içkiler keskin kokular dişlerin
İçinden geçilen küçük aynalar
Ve güldün rengârenk yağmurlar yağdı
İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı
Yaralı bir ceylan gözleri kadar sıcak
Yaralı bir ceylan kalbi gibi içli bir sesin vardı
Sen geldin benim deli köşemde durdun
Bulutlar geldi üstünde durdu
Merhametin ta kendisiydi gözlerin"
Kelimelerin gücü, üzerine her düşündüğümde hayret ettiğim ve daha önceleri de sıklıkla yazdığım bir konu. Yakın zamanda katıldığım bir eğitim beni yine kelimelerin gücüyle karşılaştırdı, hayret, şaşkınlık ve heyecanla, sözcükleri bir araya getirme sanatının türlü formundan biri olan hikâye üzerine düşünmeye, okumaya başladım.
Öykünün bilincin direnci ile karşılaşmadan bize ulaştığını anlattı Mehmet Teber, Öykülerle Terapi eğitiminde. Öykünün bilinçaltına bir tohum ektiğini, dirençleri aştığını. Öyküler yazıdan önce bile vardı, zihnimiz öykü tutmak, öykülerle düşünmek üzere şekillenmiş gibi, dedi.
Ben, öykünün bizi bu denli etkileyişinin türlü sebeplerinden birinin de bize başka bir yaşam fırsatı vermesi olduğunu düşünüyorum. Bütün duyularımıza hitap eden bir öykü dinlediğimizde aslında onu yaşamış gibi oluyor ve kısa ömrümüzü genişleten yolculuklara çıkıyoruz. Başka birisi olmanın heyecanını, farklı bir pencereden bakmanın başkalığını, kendi dar alanımızdan çıkmanın genişliğini, ferahlığını yaşıyoruz. İnsanlara, “empati kurmalısın, farklı bir açıdan bakmalısın” demek karşımızdaki kişiyle aramızda “niye yapacakmışım, ne gerekmiş, zaten yapıyorum" duvarları örülmesine neden olurken, bir hikâye anlatmak bütün duvarları, sınırları, yargıları aşabiliyor. Hikâye dinlediğimiz anlar, belki de başkasını ve kendimizi anlamaya en çok yaklaştığımız anlar oluyor. Bu unutulmaz anlar, derin izlerle belleğimizde yer ediyor.
Böylesine dikkat çekici ve akılda kalıcı bir kaynağı çocuklarımızla iletişimimizde çok az kullanıyoruz gibi geliyor bana. Bol bol kitap, hikâye okuyoruz da peki ya hikâye anlatıyor muyuz?
Şimdilerde okuduğum, "Hikâye Anlatma Sanatı" kitabında, "hikâye anlatmak kelime kelime ezberlemek değildir, bu nakletmektir. Hikâye anlatma, sizinle hikâye arasında karşılıklı bir konuşmayla başlayan toplumsal bir sanattır.” diyor. Bolca hikâye naklettiğimi ama az hikâye anlattığımı fark ediyorum.
Bir hikâyeyle anlatanın ve anlatıcının bağ kurması, kelimelerin akışıyla başka bir dünyaya yolculuk edebilmesi, değişip dönüşebilmesi, iyileşebilmesi elimizin, hatta dilimizin altında unuttuğumuz nice mucizeden biri değil mi?
Uzmanlar ve önerileriyle çevrelendiğimiz ilk zamanlarda dinlemeye, öğrenmeye gayret ediyordum, dört bir taraftan bilginin, yapılması gerekenlerin aktığı bu ortamda bir süre sonra gerilmeye, daralmaya başladım. Sonra sordum, neydi öfkemin sebebi, soru sormak, araştırmak, öğrenmek beni genişleten, ferahlatan bir şeyken türlü hap bilgilerin, yapılması ve yapılmaması gerekenlerin aktığı bu ortam (kaygı ile nasıl baş etmeliyiz, süreci nasıl değerlendirmeliyiz, duygularımızı nasıl yönetmeliyiz vb.) doğal öğrenme sürecimi kesiyor, alanımı kısıtlıyor, yapmam gerekenlerin ağırlığı sırtıma yük oluyordu.
Buradan aklıma, bir süre önce görüşme yaptığım bir aile geldi, konuşmanın bir yerinde, biz eskiden uyumadan önce çocuğumuza kitap okurduk, sonra bir seminerde, uyku öncesi çocuklara kitap okumanın doğru olmadığını söyleyen bir uzmanı dinlediğimiz günden beri okumuyoruz, aslında uykudan önce okumanın çocuğumuza iyi geldiğini düşünüyorduk, dediler.
Kendi yaşadıklarım ve bu örnekle birlikte bilginin sindirilmesi süreciyle ilgili sıkıntılar yaşıyor olabilir miyiz diye düşünüyorum, aldığımız bilgiye bakmak, evirip çevirmek, neden sorusuyla incelemek, bana ve çevremdekilere uyuyor mu diye sormak yerine bir uzman, hatta bazen sadece o konuyu iyi bildiğini düşündüğümüz birisi söylediği için tartışılmaz bir gerçeklik olarak kabul edebilmemizi sorguluyorum.
Öğrenmek için bir bilene sormayı, bir konu hakkında onu en iyi bilenlerin konuşmasını değil, başkalarının bizden daha iyi bildiği konularda anlattıklarını uygulamanın her zaman doğru olduğu algısını sorguluyorum. Üstelik, ruh sağlığı alanında bu iş daha da çetrefilleşiyor çünkü tamamen soyut ve kişinin kendisi dışında hiç kimsenin ondan daha iyi bilemeyeceği bir alana giriyoruz.
Çocuğum her zaman şöyle yapıyor, ne yapmalıyım, bunu yapmasına engel olmak için ne demeliyim, onu da yaptım ama olmadı, bundan sonra ne yapmalıyım gibi hızlıca çoğalan sorulara verilen hızlı yanıtlar gerçekten işe yarıyor mu?
Çocukların sorularına, sorunlarına hızlıca yanıt yapıştırdığımızda onların öğrenmesine nasıl engel oluyorsak, aynı durum yetişkinler için de geçerli değil mi? Bir sorunun içimizde demlenmesi, onun etrafında dolaşmamız, ona bakmamız, cevaplar üretmemiz daha zorlayıcı ama öğretici bir süreç olabilir. Üstelik daha kıymetli, hep hatırladığımız bir cevabın doğup büyümesine şahitlik edebiliriz. Kendi sorumuza bulabildiğimiz bir cevap bizi de büyütüp bağımsızlaştırabilir. Hemen bir cevap bulmak beklentisi yerine, soruda kalmak, soruda dolanmak, soruyla uğraşmak bizi güçlendirebilir. Cevap almanın değil, soru sormanın ve içimize bakmanın bizzat kendisinin bizi dönüştürecek bir potansiyele sahip olduğunu düşünüyorum. Markete gidip hızlıca ve kolayca satın almak yerine emekle, uğraşla kendiniz yapmak gibi. Balık tutmayı öğrenmek gibi.
Çocuklarımızı anlamak, onların penceresinden bakabilmek için uğraşmanın, okumanın, sormanın yapabileceğimiz en güzel, en takdire değer şeyler olduğunu tekrar tekrar vurgulayarak bunun dışında bir şeye işaret ediyorum, cevapları hep dışarıda, başkaları veriyorsa, içimizde bir sorunun dalgaları hiç yankılanmıyorsa, içimizdeki hareket, canlılık da azalıyor. Bu canlılık olmadan kendimizi yapmaya zorladığımız her davranış mekanikleşiyor ve ne bizi, ne de çocuklarımızı değiştiriyor.
I
“Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra." diye bitiyor, Salinger'in Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı.
Kış gelip de evlerimize kapanınca, sabah henüz aydınlanmamış bir bir göğe, öğlen olduğunda bile güneş ışıklarıyla neşelenmeyen somurtuk, puslu havaya baktıkça bu söz düşüyor aklıma. Çünkü içimde derin bir özlem büyüyor kış gelince, ışığa, güneşe, yeşile, suya. Kafamı kaldırınca gördüğüm gri gökyüzünde, apartman bloklarının arasında uçan kuş sürülerine takılıp gitmek istiyorum. Bitimsiz manzaralara, gür ağaçlara, denizin sesine, göğün yeryüzüyle birleştiğini görebildiğim yerlere.
Kış için biriktirdiğim manzaralara, yapraklara, gün ışığına bakıyorum ve yine özlemeye başlıyorum.
Güzel bir sohbetin gülüşlerini, elimi tutan arkadaşlarımı, köyün cömert, güleryüzlü kadınlarını, topladığım otları, elma ağaçlarını, kat kat kırmızı gelincikleri, okuduğum kitapların en güzel cümlelerini, o kitapları okurkenki halimi, sevdiğim, bağlandığım geçip giden her şeyi. Özlüyorum.
Neyse ki diyorum sonra, kış da geçiyor, gidiyor ve güneş açınca, ışıklı göğe bakınca her şeyi unutup yeniden anlatmaya başlıyorum.
II
Yemyeşil otların arasında kuru, kahverengi yapraklar çıtır çıtır.
Denize özlem, içimde denizin, güneşli günlerin hayali, sesi, kokusu, renkleri, yaz.
Çocuk sesleri, bulutlar.
Bol hastalıklı bir ekimden sonra kasım başı, iyi ki güneşli bir gün, koca kış kapıda, tangır tangır bekliyor.
Üzgünlükle şükür, öfkeyle kabullenme, korkuyla teslimiyet arasında bir yerlerde, kışın üşüten, çalkalayan, sürükleyen dalgalarındayım.
Bu dalgalar durulur mu, kalbim kıyıyı bulur mu, bu kış da geçer de, yaza kavuşmak nasib olur mu?
III
Her kış başlangıcında içimde üflü püflü bir soru; bu kış da geçecek mi? Sonra geçsin lütfen diyorum, azcık çabuk diye de ekliyorum en mıymıntı halimle.
Yani biliyorum anı yaşamalı falan ama insan eli ayağı buz kesmişken, güneş ışıkları kaçıp saklanmışken nasıl anı yaşasın diyorum. Kışın tek sevdiğim yanı bitince baharın gelmesi gibi huysuz cümleler kuruyorum sonra da.
Ama tam da şimdi ufak, kısa, yağmurla biten kış pikniği fotoğraflarına, belki yıllar sonrasından bu günlerime bakınca, sarılıyorum günün her anına, yerleri bürüyen yeşile, topladığımız dal parçaları, kozalaklarla yapacağımız muhteşem şeylere, oynadığımız oyunlara, kahkahalara, pıtır pıtır yağmura, kurduğumuz hayallere, içimizin durgunluğunu dalgalandıran sevinçler gibi birden havalanan kuşlara.
Yaşamanın Anlam ve Amacı kitabında, herkesin yaşamına yön veren bir yaşam amacı kavramından sıklıkla bahsediyor Alfred Adler. Bütün davranışlarımızın kökeni olan ve erken yaşlarda bulunan, çoğu zaman mantığa dayanmayan, duyguların şekil verdiği bir amaç. Bu amaç, temelde her insanda olan yetersizlik duygularından uzaklaşma ve üstün olma amacıyla şekillenir. Bu amaç, anlam tam olarak sözcüklerle dile getirilemez ama her davranışımızı etkiler. İncelikli ve karmaşık bir yaratı ürünü olan yaşam üslubunun anlaşılmasını şiirin anlaşılmasına benzetir, Adler.
Bana kalırsa biraz, Freud’un “bilinçaltı”na benzeyen, ama ondan farklı olarak temeline yetersizlik duygusu ve üstün olma isteğini alan, bilincinde olup kelimelere dökemediğimiz ama davranışlarımızı bilincimizden çok etkileyen bir yapı.
Bu yaşam amacı, hayata uyum içinde olmamızı sağladığı gibi, ailemizin yanlış davranışları ve yönlendirmeleriyle uyum zorluklarına da yol açabilir.
Örneğin, ölümle erken yaşta tanışmış bir çocuğun doktor olmayı seçmesi ya da ailesinin kendisini sevmediğini düşünen bir çocuğun onları üzmek için hırsızlık yapması.
Ailesi tarafından sevilmediğini hisseden bir kişi “kimse beni sevmiyor, değersizim” e dayanan bir şema oluşturacak ve bu değersizlik duygusuyla baş etmek için çeşitli yollar geliştirecektir. Bu yollar yüzeyde görünmez ama yüzeyin altında büyük yer kaplar. Örneğin, üstünlük taslayan, sürekli kendisini öven biri; “Başkaları beni görmezden geliyor. Ben de onlara kendimi kanıtlamalıyım.” amacıyla hareket ediyor olabilir.
Adler kitapta tam olarak bahsetmemiş, ama ben bunları okuduktan sonra, yine ve yeniden koşulsuz sevginin önemini düşündüm.
Çocuğun yaşamda yol almasını sağlayan, onu geliştiren, büyüten bir yaşam amacı seçmesi ancak onu her haliyle sevdiğimizi, herhangi bir cinsiyetin, görünümün, mizacın, bize daha yakın ya da uzak olmadığını, sevgimizde bir farklılık yaratmayacağını, onu her haliyle olduğu gibi kabul ettiğimizi hissettirdiğimizde mümkün olacağını düşündüm.
Çünkü, zamanında alınamayan koşulsuz, gerçek sevginin boşluğunu, ileriki yıllarda muazzam başarılara imza atıp, kitlelerce sevilen biri bile olsanız dolduramayabiliyorsunuz.
Koşulsuz sevgiyi tekrar tekrar hatırlayalım öyleyse. Mesela çocuğumuz;
Başkalarının yanında konuşmasını istediğimizde sustuğunda
Ders çalışmasını istediğimiz halde çalışmadığında
Kardeşiyle kavga ettiğinde
Eşyalarını unuttuğunda
Huysuzluk yaptığında, ağladığında, tepindiğinde de
Onu hala ve hiç değişmeksizin sevdiğimizi hissettirirsek sevilmeme, değer görmeme kaygısıyla işe yaramayan, yaşamını zenginleştirmeyen yolları seçmek yerine gün ışığını kaybedeceğinden en ufak bir endişe duymayan çiçek gibi coşkuyla yeşerir.
Etrafta çocuklar hakkında yapılan konuşmaları duyunca düşünüyorum; çocuklara hayat dersleri vermeye, onları kendi bildiklerimizle doldurmaya çok istekliyiz. Ee hayat böyle alışsın, öğrensin hayat böyle, zorlansın biraz, hep onun istekleri olamaz bilsin, öğrensin de sonradan üzülmesin. Peki bu dersler gerçekten işe yarıyor mu, çocuklara anlatmak istediğimiz şekliyle ulaşıyor mu? Sahi hayat nasıl, onu çocuklarımıza tam olarak nasıl anlatmak, nasıl öğretmek istiyoruz?
Denizde çocuklarına yüzmeyi öğreten anne babalara bakıyorum sonra, kimisi yüzmek için yapılması gerekenleri anlatıyor, kimisi kendisi yüzerek gösteriyor, kimisi çocuğu aniden suya atıyor, kimisi zorla çocuğun kafasını suya sokuyor. Bu çocukların yaşadıklarını, deneyimlediklerini, öğrendiklerini düşünüyorum da hayatın kendisi değil, çocuğa her deneyiminde yaşattığımız duygular öğretiyor hayatı. Korkuyla mı, öfkeyle mi, sevgiyle mi, merakla mı öğretiyoruz, mühim olan bu.