Filozof Çocuk, çocuklar ve felsefe alanında hem bir başlangıç hem de bolca kitap önerisi içermesi nedeniyle yeni yollar keşfedebileceğiniz bir kitap.
Yazar, özünde çocuklarla felsefenin daha fazla çaba, eğitim, uğraş isteyen değil aslında zihnimizi biraz da olsa boşaltmayı, hazır kalıp, hızlı cevaplardan arınmayı, boşluklarda dolaşmayı gerektiren bir uğraş olduğunu anlatıyor. Çocukların sorularına cevap bulmak değil, birlikte düşünmek, soruları anlamsız, gereksiz diyerek yargılamak yerine çocuğun sorularını önce kendimize sormanın bize yeni ufuklar açacağını anlatıyor.
Felsefenin bizden uzaklarda, sadece akademik eğitim almış kişilere mahsus bir alan değil, günlük yaşamın içinde herkese ait bir şey olduğunu anlatıyor. Felsefi düşünme konuşmaktan çok dinlemeyi, anlama çabasını içeriyor.
Kitabı okuduktan sonra vardığım yer; felsefe, gündelik telaşlara yetişmek için hızlıca koştururken yapabileceğimiz bir şey değil, yavaşlamayı, otomatikleştirdiğimiz her davranışımıza, ağzımızdan ezbere dökülen sözlere durup da gerçekten bakmamızı, üzerine basıp da geçtiğimiz şeyleri masamızın üzerine yerleştirip büyüteçle incelemek ve daha önce görmediğimiz bütün o detayları görmek gibi. Bu kez büyüteçle baktığınız, derinlemesine incelediğiniz şeyler somut, elle tutulur şeyler değil de soyut ve bütün gerçekliğiyle yaşamlarımızın ortasında duruyor olmalarına rağmen unuttuğumuz şeyler; doğum, ölüm, varoluş.
Yazara göre, bir çoğumuz aslında bu konularla ilgili küçük yaşlardan beri düşünüyoruz, cevap arıyoruz ancak çevremizden gelen bu soruların uygun olmadığı yönünde tepkiler ya da sorularımızın otomatik cevaplarla geçiştirilmesi yüzünden kendimizi bu soruların içinde yalnız hissediyor ve sormaktan vazgeçiyoruz
Bir yetişkin olarak çocuklarla birlikte felsefi düşünmenin onlara bir şeyler öğretmek olmadığını vurguluyor yazar ancak doğal düşünme yetenekleri körelmiş yetişkinler olarak onlardan öğreneceğimiz çok şey var. Çünkü;
“Çocuklar başlangıç aşamasındaki bir filozof gibidir çünkü dünya hakkında bildikleriyle ilgili uzun süredir devam eden ve incelenmemiş varsayımlarla uğraşmak zorunda değildirler. Çok az bildiklerini düşünürler ve diğerlerinde daha fazla bildiklerini kanıtlama ihtiyacı hissetmezler…Sorularla ilgili yaratıcı bir şekilde düşünmekten ve hata yapmaktan korkmazlar; aptal gibi görünmeyi umursamadan fikirlerini açıkça söylerler.”
Eğitimli bir filozof olmama rağmen, çocuklarla felsefi sohbetler yaparken uzman rolünü takınmam. Aslında felsefeyi çok fazla bilmek ayağınıza dolanabilir çünkü çocuklarla konuşurken kendi felsefi birikiminizi bir kenara bırakmak zorundasınız… Asıl mesele felsefeyi öğretmek değil onlarla birlikte felsefe yapmaktır.
Bu yüzden çocuğunuzla felsefi konularda düşünmek için akademik anlamda bir bilgi birikimine sahip olmanız gerekmez. Felsefe hepimize aittir… Felsefe, bizim günlük hayatımızda başlar ve bizi daha derin bir incelemeye iter. Hayata karşı daha felsefi bir yaklaşımın gelişimi; daha sorgulayıcı ve eleştirel bir bilincin beslenmesini sağlar.”
Kitap, çocuklar ve felsefe ile ilgili kavramları anlaşılır bir düzende, günlük yaşamdan örneklerle ele alışıyla, bolca çocuk kitabı önerisi ve yazarın çocuklarla yaptığı felsefi konuşma örnekleriyle, sade, anlaşılır, akıcı çevirisiyle çocuklukta felsefi düşünme üzerine eşi bulunmaz bir kaynak.
Bu yılı elimde bu kitapla bitiriyor olmamın nedenlerini düşünüyorum. İlki, büyük, ama gerçekten büyük çoğunlukla evde geçirdiğimiz bu yılı, en çok vurguyu ev yaşamına, evdeki ritme, evin atmosferine yapan waldorf yöntemini anlatan bir kitapla bitiriyor olmam tesadüf olamaz bence
Waldorf’un temel vurgularından bir diğeri de doğada olmak, çocuğun doğayla büyümesi, gelişmesi ki bu yıl en büyük özlemimiz doğaya idi.
Yine bu yöntemin temelleri sanata, üretime dayanıyor ki bu yıl evde üreterek, çizerek, boyayarak, müzikle günlerimizi yeşertebildik diyebilirim. Bir de yine Waldorf’un temellerinden olan ritim ve ritüellerin gerçek anlamını ben ilk defa durabildiğim, yavaşlayabildiğim bu yılda kavrayabildim.
Soru işaretleri bıraktığım kısımlar olsa da bütününe bakınca çok sevdiğim ve öğrenmeye devam etmek istediğim bu yöntemi sevme nedenlerimi düşünüyorum bir yandan da.
Sanırım çocukluğun o büyülü, düşsel atmosferine en yakın, onu bozmadan avuçlarında ustalıkla taşıyan yaklaşım olması ilki. Okurken en çok, ufak bir köşede kurulan ve günlerce süren hayali oyunların yetişkinlikte erişilmez olan tadı, çocukluğun masal dünyası geldi aklıma.
Waldorf’un yetişkin dünyasını filtreleme vurgusunu da çok önemli buluyorum. Hem okulda yetişkin dünyasıyla fazla muhatap olmaktan yaralanan çocuklarla çok sık karşılaştığımdan, hem de elimden geldiğince çocuk dünyasının sadeliğini koruma çabamdan.
Çocuk zihninin doğal, kendiliğinden büyüme sürecine zarar vermemek için yapılacak şeyler aslında çok zor değil, daha az konuşmayı ve daha çok dinlemeyi, ağzımızdan çıkanların çocuktaki etkisini düşünerek konuşmayı öğrenmek hem çocukların hem de kendimizin büyüme sürecine en büyük katkı. Kitapta sık sık geçen bir cümle; çocuğun bütünüyle bir duyu organı olduğu, çevresinde olup biten her şeyi süzmeden içine çektiği bilgisi de çocuğun çevresini, onu saran uyaranları sadeleştirmek için iyi bir hatırlatıcı bence.
Ve oyun, çocuk denince akla gelen, bu yöntem de oyuna, özellikle serbest oyuna büyük önem veriyor.
Kuşların uçması gibiyse çocukların oyun oynaması, çocuğun dünyasını tümüyle dolduran şey oyun olmalı, anlayamadığı, anlam veremediği, kendini çaresiz, güçsüz hissettiği meselelerin içinde değil, elleriyle kurabildiği, şekillendirebildiği, deneyebildiği yerde, oyunda ışığını buluyor çocuk. Dünyaya oyun yoluyla hazırlanıyor, güç topluyor.
Bu yaklaşımın manevi boyuta vurgusunu da seviyor ve önemli buluyorum, maneviyatla bağımızı en çok güçlendiren şeylerden biri bence; bir çocukla yaşamak, bir çocuğa bakarken insan şükrün anlamını da kavrıyor, bu hissi çocuğa da geçirebilmenin, şükrü, maneviyatı, inancı gündelik yaşama aktarabilmenin pratiklerinden bahsediyor kitapta.
Waldorf yöntemi, çocuklara yapay bir dünya yaratmaya değil, zaten olup bitenin içinde olmaya davet ediyor bizleri. Çevremizdeki muhteşem dünyanın zenginliklerine daha yakından, tüm duyularımızla bakmaya.
İşe, gözümüzü içinde açtığımız evle, ev hayatıyla, günlük hayatla başlamak, sonra çevremizi saran doğaya açılmak, çocuğun yaşamını olabildiğince sade ve canlı kılabilmek, benim anladığım kadarıyla; mozart cdsi dinletmek yerine birlikte şarkı söylemek, ressam adı ezberletmek yerine suda dağılan renkleri izlemek, bazen birlikte oyuncaklar, yemekler yapmak, kağıtlara basılmış etkinlikleri doğru şekilde tamamlamak değil eğitim, yanı başımızda olana, sıradan deyip bakmadığımız gündelik hayatın içinde olana, zaten orada olan şeylere, gerçekten orada olarak, yeni bir gözle, çocuğumuzla birlikte bakmak.
Okulsuz büyümek, benim için bir başka ihtimalin kitabı. Yıllarca okula hiç istemeyerek gitmiş ve sonra da okulda çalışmaya başlamış biri olarak okul benim için her gün aynı saatlerde sürüklendiğim, varlığı sabit bir şey, mutlak bir zorunluluk, okulsuzluk ise ancak bir ütopya, bir düş idi. Yıllar önce yolum bu kitapla kesiştiğinde yaşadığım şey ilkin büyük bir şaşkınlık, sonra da müthiş bir özgürlük hissi oldu, ardından değişmez kabul ettiğim, zorunluluk bildiğim şeylere dair bir sorgulama başladı. Kitabın bir yerinde yazdığı gibi; “öğrenmenin başka yolları olabileceği ailemizde kimsenin aklına gelmemişti” Benim dönemimde de okulsuzluk gibi alternatifleri uygulamayı bırakın, aklımıza bile getiremiyor ancak arada sırada okuldan kaçmayı hayal edebiliyorduk.
Okulsuzluk başlı başına derin, uzun bir konu, şimdilik bunu bir kenara bırakıp kitaptan ve bu kitabı tekrar ve tekrar neden okumak istediğimden bahsetmek istiyorum.
Çünkü, Okulsuz Büyümek bana kalırsa yalnızca okulsuzluk üzerine yazılmış bir metin değil, yaşamaya, büyümeye bambaşka bir yerden bakmamızı, düşünmediğimiz başka yolların da ne güzel manzaraları olabileceğini fark etmemizi sağlayan bir kitap. Eğitim, okul ya da okulsuzluk denince aklımıza gelen teorik içerikli kitaplardan bambaşka bir yerde duruyor, çünkü bir hikâye anlatıyor, bir yaşamın küçük ve sıradan anlarıyla resmini çiziyor ve bunu öyle güzel bir dille yapıyor ki o dünyanın içine giriyor, o manzarada yaşıyorsunuz sanki. Tereddütleri, gel-gitleri, iniş-çıkışları, manzaraya açılan zorlu yolları ile bir yaşam, “başka bir yolu da olabilir”e inancımızı güçlendiren, umut veren bir hikâye. Baskın seslerle, parlak görüntülerle çevrelendiğimiz dünyada fısıltıları duymaya, asıl manzarayı görmeye çağıran, bilen değil yaşayan bir yerden anlatan ve bildiklerimizi alt üst edip yeni bir dünya kuran bir hikâye.
🌱
Masanın bir köşesinde hep yerini bulacak, çocuklarla sanat ışığı, fikir kaynağı kitabım: Çocuklarda Sanat Eğitimi. Yıl 2010, henüz aklım havada, o kitapçı benim, bu festival senin gezerken Taksim'de bir sahaf festivalinden aldığım anıyla hatırladığım kitap, uzun yıllar kitaplığın bir rafının kenarında tozlandı. Çocuğumun yaş almasıyla birlikte, tozu dumana katan, hareketli bir okuma halinin içinde buldu kendini. Satır satır çizildi, not alındı, o da hakkını verdi, en sonunda, sıkı can iyidir sanat çıkar, dedirtti bana 😊
Yıl 2020, evde kaldığımız dönemde oyunun, sanatın müthiş iyileştirici dönüştürücü gücünü bambaşka bir şekilde fark edince yeniden, daha da aktif bir şekilde günlerimizin içinde, masamızın baş köşesinde yerini aldı. Şimdi bana sorun, deyin ki; sanat konusunda çocuklarımızı nasıl yönlendirebileceğimize dair bir kaynak var mıdır, deyin; sırtımı rahatça yaslayarak, tereddütsüz söyleyeceğim ilk kitaptır; Susan Striker- Çocuklarda Sanat Eğitimi
Kitap, çocuk sanatının gelişimini ilk çizgisinden başlayarak ele alıp, gelişimi nasıl destekleyebileceğimizi hem teorik olarak, hem de bolca örnek ve uygulamalarla anlatmış. Adım adım çocuğun hangi renklerle, nasıl bir sırayla tanıştırılacağı ve renkleri anlatırken kullanılabilecek etkinlikler ve malzemeler anlatılmış. Farklı resim teknikleriyle çocuk nasıl tanıştırılır, sevdirerek nasıl alıştırılır, akılda kalıcı şekilde anlatılmış.
Ayrıca, yazarın çocuk resimlerine, çocukların sanatsal anlamda desteklenmesine dair bakış açımızı sarsan keskin bir dili var. Boyama kitapları, kalıplar, yapılandırılmış her şeyin çocuk sanatının gelişimine ket vurduğunu, çocuğun karalama aşamasından itibaren çizdiği hiçbir şeye müdahale etmememiz gerektiğini, çocuğa insan ya da bir nesneyi nasıl çizeceğini göstermenin çocuğun kendine has dışavurumunu engelleyeceğini anlatıyor.
Karalama süreci, mandala çizimlerinden insan ve nesnelere dönüşen çizimler aşamalarından kendi hızıyla geçebilen çocuk resim yeteneği kazanıp yaratıcı çalışmalara açık olabilir.
Ancak aynı yaşlarda bir yetişkinden insan çizmeyi öğrenen çocuk hiçbir şey öğrenemez ve kendi özgün çizgilerini dışa vurmaktan çekinir hale gelebilir. Çocukların resimlerinin bir şeylere benzetilmesi de aynı şekilde çocuğun beğenilen, onay gören şekilleri anne babayı memnun etmek için daha çok çizip kendi doğal gelişiminden sapmasına neden olabilir diyor.
Burada anahtar; çocuğun doğal gelişimini kendi haline bırakarak desteklemek. Destek ise nasıl resim çizeceğini göstermek değil, ona dilediği gibi çalışıp dağıtabileceği, özgürce öğrenebileceği, deneyler yapabileceği bir alan ve yaşına uygun malzemeler sunmak.
Böylelikle çocuk resim aracılığıyla denemeler yaparak dünyayı anlamaya çalışır, yine resim aracılığıyla kendini ifade eder. Biz araya girip nasıl yapacağını anlatırsak kendisi keşfetmediği için anlayamaz, öğrenemez, merak duygusunun yavaş yavaş sönmesine neden oluruz.
Kitapta sanatla ilgili yazılanların, çocuğun kişilik gelişimi için de geçerli olduğunu düşünüyorum. Çocuğun keşfederek dünyayı anlamasına fırsat vermezsek, kendi öğrenmelerimizi hazır kalıplar halinde ona yerleştirmeye çalışırsak öğrenemez, yalnızca ezberler. Koşulsuz kabulümüzü hissetmediğinde biricikliğini ortaya çıkaramaz.
Çocukların resme yaklaşımları biraz da yaşama yaklaşımları gibidir. Bir çocuğu tanımak isterseniz onu çalışırken izlemeli ve yaptığı resimlere bakmalısınız, diyor kitapta. Bence de çocuklar hakkında çok fazla ipucu barındırıyor çizdikleri resimler ve resme olan yaklaşımları. Yeter ki anlamak için bakabilelim.
Bir zamanlar, şimdiye dek neredeyse hiç ebeveynlik kitabı okumamış olan ailelere önerecek kitap arıyordum, teorik bilgi yüklü olmayan ama tamamen deneyime dayalı da olmayan, “çocuğunuza hâkim olun, sınırları iyi çizin” deyip hazırda bekleyen ebeveyn kaygılarını doruğa çıkartmayacak, şefkatin yol göstericiliğinde bir kitap. Tam olarak aradığım kitabı Fillizoat yazmış ama ben epeyce geç okudum.
Siz de geç kalmayın diye şöyle havaya tutarak birkaç kez sallıyorum; duymayan kalmasın, ebeveynlik yolculuğuna yeni başlıyorsanız en yakın zamanda okuyun, el altında bulundurun, kıvırın, altını çizin, ebeveynliğe yeni başlayanlara önerin, hediye edin😊
Kolayca, hızlıca okunan ama hap ebeveynlik kitaplarının aksine hazır lokma çözümler sunmayan, bizi anlamaya, durup düşünmeye ve çocuğun gözünden bakmayı denemeye çağıran, bunu da bilimsel temellerini de sunarak ama hiç sıkmayarak anlatan, ebeveynlerin en çok karşılaşabileceği sorunlar üzerinden giderek anlaşmazlıklara farklı bir bakış açısı, başka bir yol geliştirmemiz için şefkatle elimizden tutan bir kitap
Kafka, babasına duyduğu korkuyla ve bu korkuya bir açıklama getirmenin zorluğuyla başlar mektubuna. Tam da çocukluğun temel meselesi, baş edemediğimiz, boyumuzdan büyük olaylar karşısında hissettiklerimiz ve bunlara bir açıklama getiremeyişimizin, anlam veremeyişimizin bizdeki etkileriyle. Kitabı yıllar önce okumuştum ve zihnimde klasikler arasında yer alıyordu, okuduktan sonra, bu kitabın güncelliğini hiç yitirmeyişine hayret ettim ve yalnızca edebi bir metin değil, bir ebeveynlik kitabı olarak da hafızalarda yer etmesi gerektiğini düşündüm. Anne-baba olduktan sonra, yaşamın ve çocuk yetiştirmenin zorlukları ve çocukluğumuzun çok gerilerde kalmasıyla, olaylara daha çok kendi penceremizden bakar hale geliyoruz. Ebeveynlik kitapları bile çoğu zaman nasıl iyi ebeveyn olacağımızı, doğruları-yanlışları anlatıyor bize, yeterince mücadelemiz yokmuş gibi bir de iyi bir ebeveyn olma mücadelesine girişiyor ve çocuğun gözünden dünyanın nasıl bir yer olduğunu çoğu zaman kaçırıyoruz. Oysa meselenin özü, bana kalırsa tam da burada. Ebeveyn olmanın sarsıcı ve dönüştürücü yanı, tam da burada. Bir başkasının gözünden dünyaya bakabilmenin zorluğu ve muhteşemliğini deneyimleyebileceğimiz yer tam da burası. Kafka’nın mektubu, bunu bize hatırlatabilecek az sayıda eserden biri. Kafka’nın babası, bir başkasının gözünden, bir çocuğun gözünden dünyaya bir an olsun bile bakmamış birisi. Kendi açısından haklı, çocukları için uğraşan, yaşamını, gücünü onlara adamış birisi. Bir çocuğun gözünden ise çocukluğunun her yerini kaplamış, ona nefes alacak hiçbir alan bırakmamış, onu ezip geçmiş bir baba. Kafka, başlangıçta babasının mizacıyla, kendi mizacının uyumsuzluğunu anlatarak, yumuşak bir girişle başlar mektubuna, kimsenin suçlu olmadığını, sorunun iki bambaşka mizacın bir arada olmasından doğduğunu söyler, sonrasında mektup gittikçe daha açık, Kafka’nın yıllar boyunca içinde biriktirdiklerini döktüğü bir hal alır.Çocuğun ebeveynlerinden gelen zarara karşı koyamayacağı bir güçsüzlük içinde olmasını bir kenara bırakın, aynı zamanda Kafka’nın tam deyişiyle babası “her şeyin ölçütü olduğu için” kendisine yapılanlar normaldir de. Babasının ona bağırması, gecenin bir vakti kapının önüne koyabilmesi babasının yanlışları olamayacağına göre, burada çocuk, “ben yanlışım, ben kötüyüm”ü içselleştirmektedir. Bu yüzden çocukluk çağı travmaları bu denli derin izler bırakır, yetişkinler zararı veren kişinin kötülüğünü anlayıp anlatabilir ve durumu anlamlı bir zemine oturtabilirken, çocuk ailesinden ona gelen zararın kendi kötülüğünden, eksikliğinden kaynaklandığına inanır. Pek çok kaynakta teorik temellerini okuyabileceğiniz bu inancı Kafka’nın bizzat kendi yaşadıklarından ve babasına anlatma gayretinin sindiği satırlardan okumak teorilerin yapamadığını yapar, kalbimize dokunur, bir değişimi başlatır. Babasının verdiği her şeyin içine nasıl kazındığını şöyle anlatır Kafka; “torunun Felix,sen onun için almak istediğini seçip alabileceği sevimli tuhaf bir yaratıksın daha çok. Benim açımdan hiç tuhaf değildin, seçme olanağım yoktu, her şeyi almak zorundaydım” der. Babası insanları yargılayarak, aşağılayarak, hakaret ederek, öfkesiyle kendine göre iyi bir eğitim uyguladığını düşünürken, yaptıklarının doğruluğundan hiç kuşku duymazken, kendisinin babasının her sözüyle, davranışıyla nasıl yaralandığını, onun onayını alabileceği hiçbir yol bulamadıkça, içine kapanıp, konuşmaktan ve yaşamaktan vazgeçtiğini anlatır. Bu vazgeçişin ağır yükünü çocukluğu bittiği halde hala taşımakta, babasıyla iç mücadelesi sürmekte ve yaşamını sekteye uğratmaya devam etmektedir. Çocukluğun yaralarının yetişkinliğe nasıl yansıdığını, bir çocuğun anlaşılma gayreti, bir yetişkinin müthiş kavrayışıyla anlatır ve unutulmaz bir esere dönüştürür
Şiddetsiz İletişimin ebeveynlik ayağı da denilebilecek, bol bol pratik ve uygulama içeren, bitirilip kaldırılacak kitaplardan değil, yaşama geçirmek için ciddi emek harcadığınızda, her gün pratik ettiğinize, uğraştığınızda sizi dönüştürebilecek bir kitap. Böyle kitapları ilk okuduğumda içimde bir ışık yanmış gibi oluyor, her şeyi daha net, daha parlak görmeye başlıyorum, ancak o ışığın çevresindeki camın tozunu her gün alıp parlatmadığım sürece görüntü yine silikleşiyor. Keşke her gün bu kitaptan aldığım ışıkla, netlikle görebilsem, o ışığı çevreme yayabilsem dediğim kitaplardan.
Kitap, saygı ve işbirliği temeline oturuyor. Saygı ve işbirliğinin ne olduğu sorgulanmış önce, sonra da ailede işbirliğini sağlamanın yolları detaylıca anlatılmış.
Her bölüm anlatmak istediğini gayet net, anlaşılır ve etkileyici bir dille sunuyor, konuyla ilgili sözler de ayrıca üzerinde uzun uzun düşünmeyi, gözümüzün önünde bir yerlerde parlamayı hak ediyor. Bölüm sonlarındaki sorular ve uygulamalar da teorik olarak anladığınız konuları yaşamınıza uygulayıp yerleştirebilmek için çok iyi yol göstericiler.
Saygı ve İşbirliği kısmından sonra, aile içinde uygulayabileceğiniz, şiddetsiz iletişim yöntemine dayanan bol sayıda etkinlik ve uygulama yer alıyor. Son kısımda kitapta anlatılanları yaşamına uygulamaya çalışan ailelerin öyküleri var.
Açık, anlaşılır, akılda kalıcı dili, her bölüm sonunda yer alan sorular ve uygulamaları nedeniyle başkalarıyla birlikte okuyup konuşmaya çok uygun bir kitap.
Kitaptan üzerinde konuşmak istediğim yüzlerce söz, sormak istediğim çokça soru var ama en önemli birkaçı şunlar: “Gerçek değişim ölçülemeyecek kadar küçük adımlarla olur” Küçük adımları biraz daha somut, üzerinde konuşulabilir, uygulanabilir hale getirebilir ve bu küçük adımlarla gerçekleştirdiğimiz büyük değişimleri konuşabilir miyiz?
“Çocuklarımızda değiştirmek istediğimiz herhangi bir şey varsa, önce bunu araştırmalı, bunun aslında ilk olarak bizde değişmesi gereken bir özellik olup olmadığına bakmalıyız.” Sizin için değişim nasıl hangi adımlarla başlıyor? Kökleşmiş özelliklerinizi değiştirmek için attığınız adımlar neler?
Tutarsızlığımıza, zayıf yönlerimize en iyi aynayı çocuklar tutar, önemli olan bu yönlerinizle karşılaştığınızda ne yapıyorsunuz? Kendinizi yargılıyor musunuz, şefkatle mi yaklaşıyorsunuz?
“Zarar vermemek uyanık olmayı gerektirir. Uyanık olmanın bir parçası da söylediklerimizi ve yaptıklarımızı fark edecek kadar yavaşlamaktır.” Benim için değişimin ilk adımı, tekrar ve tekrar adımları bununla başlıyor. Yavaşlamak ve dikkatle bakmak.”
Yetişkin kalıplarımızı bir yana bırakıp çocukları anlayabilmemiz için yol gösterici, kafamızı karıştıran konulara, “bunu neden yapıyor, ben bu durumda nasıl davranmalıyım” sorularına cevap bulabileceğimiz bir kitap. Çocuklar neden korkar, bu korkulara nasıl yaklaşmalıyım, oyunlarına nasıl katılabilirim, televizyon, kitaplar, kardeş, uyku sorunları, beslenme ve hastalıklar gibi spesifik konular da ele alınmış. Solter’ın temel yaklaşımı, çocuğun duygularını olduğu gibi dışa vurmasına alan açmak, yani çocuk ağlamak istiyorsa ağlasın, öfkeleniyorsa öfkelensin. Ona göre bütün davranış sorunlarının altında yatan neden; ifade edilememiş, dışa vurulamamış duygular. Ağlamaya yaklaşımı, bebekken olduğu gibi ağlamasına izin vermek, öfkelenmesine izin vermek ve çocuğun bütün duygularına karşı kabul edici olmak şeklinde. Duyguların yoğun bir şekilde gösterilmesine ilişkin güçlü kültürel tabu nedeniyle çoğu anne baba öfke nöbetlerine katlanmakta çok zorlanır, diyor Aletha Solter, oysa çocuklar yalnızca ruh sağlıklarını korumak için birikmiş duygularını boşaltmaya çalışmaktadır.
Özellikle kabul etmekte, baş etmekte zorlandığımız duyguları ele alıyor. Mesela; korku. 2-8 yaş çocuklarının hepsinin korkuları vardır ve korkular mantıklı değildir, bu yüzden mantıkla yaklaşmamak gerekir. “Neden korkuyorsun korkacak bir şey yok ki” demek ya da korkularla alay etmek korkuyu yerleştirmekten başka bir işe yaramaz. Korkuyu kabul etmek, sempati göstermek ve umut vermek gerekir. “Denizden çok korkmanı anlıyorum, korkmak hiç eğlenceli değil değil mi? Belki birlikte korkunu yenmenin bir yolunu buluruz.” gibi.
Duygularını kabul edip onu anladığımız gösterdikten sonra çocuğa doğru bilgi vermek gerekir, çünkü çocukların korkusu genelde yanlış ya da eksik bilgiden kaynaklanır.
Bir diğer korkuyla baş etme yöntemi ise oyun oynamaktır.
Çocuklar çoğu zaman oyunlarında korkularını canlandırır ve onları yenmek için çaba harcarlar. Genelde, oyun oynarken kahkaha atıyorlarsa, muhtemelen bir korku öğesini yeniyor olabilirler. Kitapta, korkuyla ilgili oynayabileceğimiz oyunlara ve nasıl oynanması gerektiğine dair bilgiler var. Bir tanesi yazarın kızıyla yaşadığı bir örnek:
“Üç yaşına geldiğinde hala tuvaleti kullanmak istemiyordu çünkü tuvalete düşmekten korkuyordu. Birkaç kere onu tuvalete götürürken yanıma oyuncak hayvanlardan birini alıp hayvanı tuvaletten korkuyormuş gibi oynattım. Her seferinde kahkahalarla güldü. Bu oyundan sonra genellikle rahatlıyor ve tuvaleti kullanıyordu. Zamanla bu korkusu geçti.” Oyun, hem çocukların yeni beceri ve yetenekler edinmelerine, hem edindikleri bilgiyi anlamalarına ve özümsemelerine, hem de yaşadıkları travmatik deneyimlerle başa çıkmalarına yardımcı olur. Oyunun sağaltıcı etkisi hakkında daha detaylı bilgi için yazarın “Oyun Oynama Sanatı” adlı kitabı da tavsiye olunur.
Solter’ın, Bilinçli Bebek kitabında da geçen, sevdiğim ve kullanmaya çalıştığım bir sorun çözme yöntemi ise iki tarafın da ihtiyaçlarını gözeterek bir çözüm üretme. Çatışma durumunda, “çocuğumun şu anda neye ihtiyacı var?” diye kendimize sormak. Sizin neye ihtiyacınız var, bunu da düşünerek ve çocuğun yaşını da gözeterek iki tarafın da ihtiyacını karşılayabilecek bir çözüm üretmeye çalışmak. Elbette, çocuklar söz konusu olduğunda bunu her zaman yapmanın mümkün olmadığını da aklımızın bir kenarında bulundurmak ve çocuğun yaşına ve bireysel özelliklerine de dikkat etmek gerek. Yapabildiğimiz kadarı bile çocuklara sorun çözme konusunda model olmamızı sağlayabilir.
Kitabın sonuç bölümünü meseleyi çok güzel özetlediği için kısaca alıyorum.
Çocukların yoğun istekleri vardır.
Çocukların yoğun duyguları vardır. Çocuklar küçük huzursuzluklardan yoğun öfke, korku, üzüntü ve kafa karışıklığına kadar diğer insanların yaşadıkları tüm duyguları yaşarlar. Yeni beceriler edinmeye ve ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştıkları için sık sık hayal kırıklığı yaşarlar. Bilgi eksikliği, gelişen hayal güçleri ve ölümün bilincine varmaya başlamaları nedeniyle yaygın korkuları vardır. En sevgi dolu ailede bile kardeşler arasında kıskançlıklar yaşanabilir.
Küçük çocuklar, yaşadıkları acı verici deneyimlerin etkisini iyileştirebilirler. İnsanlar acı verici deneyimlerin etkisini iyileştirme yeteneğiyle doğar. İyileşme ağlayarak, öfkelenerek, titreyerek, konuşarak, oynayarak ve gülerek gerçekleşir. Çocukların acı veren duygularını ifade etmelerine izin vermek gerekir.
Kabul edilemez davranışlar doğuştan gelen bir kötülüğün göstergesi değildir. Çocukların yanlış davranmalarının üç nedeni vardır.
1-Bir ihtiyaçları vardır.
2-Yeterince bilgileri yoktur.
3-Yaşadıkları acı verici deneyimlerden kaynaklanan korku, öfke ya da üzüntü gibi duyguları vardır.
Yazarın, 0-2 yaş için Bilinçli Bebek adlı bebek ebeveynleri için yol gösterici bir kitabı da var. Çocuğunuza Kulak Verin ise 2-8 yaş için yazılmış.
Ödül- ceza sisteminin zararlarını eğitim-psikoloji alanında çalışan biri olarak bizzat gözlemliyorum. Cezalandırılan çocukların davranış sorunları hiçbir zaman sona ermiyor tam tersine artış gösteriyor. Ceza öğretici olmuyor, yol göstermiyor. Ödül-ceza sistemi bazen kısa vadede etkili gibi görünse de uzun vadede sorumluluk geliştiremeyen, dış denetimli, her şeye uyan ya da başkalarını aldatan bireyler yetişmesine sebep olabiliyor.
Daha önce ebeveynlikte ödül cezanın olmadığı bir yaklaşımı anlatan kitaplar okumuştum. İşin teori kısmı ve anne babalar olarak çocuklara ödül ceza kullanmadan nasıl yaklaşmamız gerektiği konusunda fikir edinmiş olsam da, alternatif bir sistemin okul ortamında nasıl uygulanacağına dair hiçbir fikrim yoktu.
“Ödül Yok-Ceza Yok! Bu Nasıl Disiplin?” kitabı tam da böyle bir eksiği karşılıyor. Ödül ve cezanın neden işe yaramadığını öğreniyoruz , ardından bu sistemi sınıfta nasıl uygulayacağız sorusunun teknik ve ayrıntı içeren kısmıyla ilgili epeyce bilgi edinebiliyoruz. Marshall, Sorumluluk Arttırma Sistemi denilen bir sistemden bahsediyor. Davranışın üç düzeyi vardır diyor. İlk düzey, karmaşa düzeyidir. Gürültü vardır, denetim yoktur.
İkinci düzey; zorbalıktır. Kişiler başkalarına zarar verir. Sınıf kurallarına uymaz.
Üçüncü düzey işbirliği/uyumdur. Kişi dinler, kendisinden bekleneni yapar. Motivasyon dıştan gelir.
Dördüncü düzey olan demokraside ise öz disiplin vardır. Motivasyon içten gelir.
Öncelikle bu düzeyler, kavramlar, davranışların ardında yatan motivasyon çocuklara öğretilir, sonrasında sınıf toplantılarıyla, sınıfta yaşanan sorunların çözülmesi sırasında sorulan sorularla detaylandırılır ve pekiştirilir. Uygulamalar başarısız olursa neler yapılabileceği, çocuklara anlatım sırasında kullanılabilecek bilgi ve yöntemler, sorulabilecek sorular, iletişim kurma yolları, öğrenmeyi kolaylaştıracak akılda kalıcı yöntemler detaylıca anlatılmış kitapta. Kurduğu alternatif sistemin kapsamlı bir sınıf yönetimi bilgisini de vermiş.
Kitapta ağırlıklı olarak sınıf uygulamalarına yönelik bilgiler yer alsa da, anne babaların evde uygulamaları için de daha kısa bir bölüm var.
Sorumluluk geliştirme sistemini anladığınızda aynı bilgilerle evde de bir sistem oluşturabilirsiniz ancak anlatılanlar soyut kavramlar içerdiğinden uygulamak için çocuğun ilkokul çağı uygundur diye düşünüyorum. Ondan öncesi için kavramları basitleştirmek ya da değiştirmek gerekebilir.
Ödül ve cezaya alternatif getiren, yalnızca teoriden bahsetmeyen, uygulamayı da sistematik ve ayrıntılı şekilde anlatan bir kitap. Ödül-cezaya alternatif bir sistemi merak eden, uygulamak isteyen herkese tavsiyemdir.
Ebeveynlikle ilgili doğruları bilmek çoğu zaman işime yarıyor, iyi hissettiğim, her şeyin yolunda gittiği zamanlarda yanlışlar yapmamı engelliyor, bilmeden yanlış bir bilgi vermemin ya da çocuğumun kafasını gereksiz yere karıştırmamın önüne geçiyor, ebeveynliğimi kolaylaştırıyor, elimden tutuyor çoğunlukla. Ama bir de zor zamanlar, işlerin yolunda gitmediği anlar, kendi duygularımda boğulduğum zamanlar var. Bana kendimle ilgili şeyler söyleyen kitaplar bu anlarda yardımıma koşuyor. Bu anlardan bir şeyler öğrenmemi, kendimi daha iyi tanımamı ve yontmamı sağlıyor.
Ebeveynlikten yola çıkıp ışığı kendime tutmamı sağlayan kitaplar içinden, bundan sonra hep yakınımda bir yerlerde, kulağımda küpelerde tutmak istediğim bir kitap.
Yazarı, psikolog ve anne olan Shefali Tsabary, kitapta sık sık kendi kızıyla yaşadığı sorunlardan ve yaklaşımını nasıl değiştirdiğinden, disipline bakış açısını değiştirdikçe ve kendini anlamaya çalıştıkça sorunlarının nasıl çözüldüğüne dair örneklerden de bahsediyor.
Kitap, öncelikle disiplin kavramını sorgulayarak başlıyor. Disiplini aslında çocuğu eğitmekten çok, öfkeli anlarımızda kendimizi rahatlatmak amacıyla kullandığımızı anlatıyor. Bağırmak, ceza vermek anlık öfkemizi yatıştırmaktan başka bir işe yaramıyor, uzun vadede ise yaşadığımız anlık sorunları kronik hale getiriyor.
“Gerçeği kabul edebilme cesaretini gösterirsek, her türlü “disiplinin” sadece kılık değiştirmiş öfke krizi olduğunu görürüz. “Disiplin” adını verdiğimiz birçok şeyin, yetişkin çocukların tepesinin atmasından başka bir şey olmadığını hiç düşündünüz mü?”
Amacımız disiplin ya da disipline etmek değil; çocuklarımızla gerecek anlamda yakınlık kurmak olmalıdır. Çocuğun duygularıyla bağ kuramadığımızda, davranışlarına etki edemeyiz. Çocuklarımız ancak bizimle duygusal bağ kurduklarında öğrenirler.
Çocuklarımızla iletişimizde öncelikle onlara değil, kendimize odaklanmak gerekiyor. Çünkü tepkilerimizin altında yatan neden aslında biziz. Onlarla iletişim kurarken biz farkında olmasak da bilinçaltımız tarafından yönlendiriliyoruz. Çocukken öğrendiğimiz davranış modelleri ebeveyn olduğumuzda otomatik olarak devreye giriyor. Doğruyu-yanlışı bilsek de gördüğümüz davranışı uygulama eğilimi içinde oluyoruz. Kendi yetiştirilme tarzımızı kurduğumuz bütün iletişimlerde yansıtıyoruz. Yazarın burada öz ve anlamlı bir anlatımı var: “Aramızda yetişkin yok; hepimiz yetişkini oynayan çocuklarız. Ebeveynlik söz konusu olduğunda da birçok bakımdan çocuklarını yetiştiren çocuklarız.”
Ebeveynlikte yaptığımız bütün hataların temelinde de bu var aslında. Kendimizi aradan çıkaramamak, taşıdığımız duygusal yükleri bütün iletişimlerimize yansıtmak, olaylara açık, net bir şekilde değil de yoğun duyguların bulanıklaştırdığı gözlüklerle bakmak. Örneğin kaygı. Kaygı içinde olmak bize çocuklarımızın hayatını kontrol etme ihtiyacı hissettiriyor, çocuk sahibi olmanın getirdiği zorluklarla baş edememe ve çaresizlik de bu kaygının artmasına sebep oluyor ancak doğası gereği çocuk bu kontrole karşı çıkıyor, o karşı çıktıkça biz daha çok kontrol etmeye çalışıyoruz, kendi kaygımız gittikçe artıyor ve çocuğumuz bir savunma biçimi olarak davranış sorunları göstermeye başlıyor.
Bu noktada, çocuğumuzun karşı çıkma ya da istemediğimiz davranışlar olarak adlandırdığımız davranışlarına değil de kendi duygusallığımıza odaklanabilirsek, duygusal düğümlerimizi fark edip çözümlemeye çalışırsak, kendimizi çocuklarımızla girdiğimiz kısır döngüden kurtarabiliriz.
Kendi duygularımızı fark edip çözümleyebilirsek, çocuklarımızın davranışlarına sakin ve sağduyulu şekilde yaklaşmayı başarabilir, gereken durumlarda net sınırlar koyup gerektiğinde de esnek olabiliriz.
Yazar, tepkilerimizin çoğu zaman, kafamızda olması gerekenlerle ilgili yazdığımız senaryolarla şekillendiğinden bahsediyor. Örneğin çocuğumun akıllı, saygılı bir çocuk olması gerektiği senaryosuyla hareket ediyorsam sürekli ondan bu doğrultuda davranışlar bekler, olmadığında üzüntümü, hayal kırıklığımı, öfkemi çocuğa yansıtırım.
Kitaptan alıntılıyorum: "Onlar için senaryolar yazar, uymalarını bekleriz. Kostümlerini almakta ve filmin nasıl biteceğini tahmin etmekte sakınca görmeyiz. Kendilerine verilen rollerden boğulduklarında çocuklarımızın sadece iki seçeneği vardır. Kendilerine verilen role bürünüp zamanla asıl kişiliklerini terk ederek itaat etmek. Ya da ezilmek pahasına karşı koymak.”
İnsan doğasının bilinçaltı özelliklerinden biri de, anlamlandıramadığı şeyleri “kötü” olarak yargılamak ve etiketlemektir.
Her ne kadar kendimizi açık görüşlü görmekten hoşlansak da çocuklarımızın davranışı zihnimizdeki kalıplara uymadığında onları sert bir şekilde yargılarız.
Çocuğunuz uyumsuzsa ve bu nedenle herhangi bir toplulukta sizi mahcup ediyorsa nasıl tepki verirsiniz? Belki sert biçimde eleştirip hareketlerini yargılarsınız. Çocuğunuzun normalden farklı olmasına katlanamadığınızdan böyle yaparsınız. Kendi yetersizliğinizin yansımasını görmeye dayanamazsınız.
Kendimizin ya da çocuklarımızın kusursuz olmadığını kabul edememek üzücü değil mi? İnsan olmak, kusurlu olmaktır.
Kuşkusuz kusursuz olmaktan vazgeçmeliyiz ama bu her şeyi “kabul edeceğiz” anlamına da gelmiyor. Çocuklarımızın mükemmeliyetçi olmalarını ya da genel normlara tamamen uymalarını istemeden de ellerinden gelenin en iyisini başarmaları için onları cesaretlendirebiliriz.
Kusursuz olmadığımız kabullendiğimizde, çocuklarımıza da örnek oluruz. Kendi kusurlarımızı kabul edip onurlandırdığımız ölçüde, onlar da kendi kusurlarını kabul ederler
Tekrar ve tekrar fark ediyorum; zihnimin çevreden ve eski öğrenmelerimden gelen mesajlarla şekillendiğini ve ona göre hareket etmeye başladığımı, bazen yaşına göre çocuğumdan fazla şey beklediğimi ve onunla aramızdaki en iyi sorun çözme yöntemi olan sakinlikten uzaklaştığımı. Zorlamak, böyle yaparsan şöyle olur, yapmazsan olmaz demek, “yapacaksın, edeceksin”ler çocuklarımızla aramıza duvar örüyor.
Ve insan nisyanla maluldür, hatırlamak lazım deyip epey zaman önce okuduğum “Koşulsuz Ebeveynlik” kitabını tekrar elime aldım. Bu kitap, alışılagelen, zorlamaya, dayatmaya, mahrum bırakmaya yönelik yöntemlerin doğruluğu üzerine yapılandırılmış ve aslında çocukların duygularını, var oluşlarını hiçe sayan yaklaşım karşısında güçlü, dayanaklı bir alternatif. Benim için ise başka türlü de bir yol varmış dediğim ve uygulayabildiğimde çocuğumla birlikte yürümemi sağlayan, hala düşe kalka yürümekte olduğum ebeveynlik yolunu açan bir kitap oldu.
Bizler, çocukların sakin, sessiz olmalarını, başımıza iş çıkarmamalarını istiyoruz ama bir yandan da kendilerine güvenli olsunlar, kendilerini ifade edebilsinler istiyoruz, ama iyi düşününce kendimiz de biliyoruz ki, bu mümkün değil. Kendileriyle barışık çocuklar yetiştirmek istiyorsak, onların keşfetmelerine, kurcalamalarına, hareket etmelerine, konuşmalarına fırsat vermemiz gerekiyor. Bu da onları bizim yaşamımıza uydurmaya çalışarak değil, kendimizi onlara uydurabildiğimiz takdirde mümkün. Yani bir ağacı kesip budayarak şekillendirmek değil, suyunu, ilgi, sevgi ve bilgisini vererek büyümesini izlemek. Sürekli kontrol etmekten, kendi istediğimiz gibi oldurmaya çalışmaktan vazgeçmek. Kabullenmek, sakince rehberlik yapmak. Anlık değil, uzun vadeli düşünmek, o an işimize geleni, kolay olanı değil, uzun vadede çocuğumuzun gelişimine, kişiliğine katkı sağlayacak olanı seçmek.
Örneğin çocuğunuz toplu bir ortamda çığlıklar atarken o anı kurtarmayı, başkalarının bizim hakkımızdaki yorumlarını düşünerek değil, bütün bir ömrü, çocuklarımızın nasıl kişiler olmasını istediğimizi, onlara davranışlarımızla nasıl bir mesaj verdiğimizi düşünerek tepki vermek.
Çocuğa bir şeyler yapmaya yaptırmaya dayalı yaklaşımların, “aman şımarmasıncı” bakış açısının, koşullu ebeveynliğin hakim olduğu bir ortamda, koşulsuz ebeveynliğe, yani çocuğu öncelikle olduğu gibi kabul etmeye, sonra ona rehberlik etmeye, çocuklara yapmaya değil, çocuklarla birlikte çalışmaya dayanan bir ebeveynliğe geçmek isteyenler için ilk ve tekrar tekrar okunacaklardan.
Okulda tekrar çalışmaya başlayınca, duyguları anlamak ve ifade etmek konusunda ne kadar çok sorun yaşadığımızı yeniden fark ettim. Anne babaların çocuğun duygularını ve ihtiyaçlarını anlayıp kabul ederek çözebileceği basit sorunlar büyük çıkmazlara dönüşüyor. Anlamak yerine, yargılamak, etiketlemek, istemek, beklemek gibi işe yaramayan yolları ısrarla denemeye devam ediyoruz. Çocukların duygularını anlamaya, onları çözmeye odaklanmak yerine kendimize, kendi anne babalığımıza odaklanıyoruz. Duyguların dilini anlamak yabancı bir dili anlamaktan daha zor gibi görünüyor. Halbuki azıcık duygu farkındalığı ile çocuklarımızla kolayca iletişim kurmak mümkün. İyi bir anne olmanın, başkalarının hakkımızda ne düşündüğünün ne söylediğinin derdine düşmek yerine, çocuğumuza baksak, onu anlamaya çalışsak, bizi her gün yeni şeyler öğreneceğimiz bambaşka bir dünya bekliyor.
Peki kadar çok sesin olduğu bir dünyada kendi sesimize çocuğumuzun sesine nasıl ulaşacağız?
Bunun tek bir yanıtı yok galiba, deneye yanıla bulacağımız bir yol. Bu yolda bana en çok yardım eden şey okumak oldu. Öncelikle çocuğumu okumak, sonra kitap okumak.
Bu kitaplardan biri; Isabelle Fillizoat’ın Çocuğun Duygusal Dünyası.
Çocuğunuzun sesine ulaşmak için, sizi suçlayan, kaygılandıran sesleri dinlemeyin, çocuğunuzu dinleyin, diyen kitaplardan. Ağladığında size ne demek istediğini anlamaya çalışın. Aynı şekilde davranışlarıyla da size bir şeyler anlatmaya çalışıyordur. Çocuklar konuşmayı bilmedikleri için kendilerini davranışlarla ifade ederler. Bu dili öğrenebilirsiniz. Kesin fikirleri, etiketleri, yargıları bir kenara bırakıp çocuğunuzla iletişiminize odaklanın.
Hazır cevaplar, uygulamaya hazır tarifler aramak yerine kendi kendimize düşünmeyi ve karar vermeyi öğrenmeliyiz, diyor. Kendi kendine düşünme, dış uyaranlardan bağımsız kararlar verebilmek kolay bir iş değil. Özellikle, bizler gibi ezbere dayalı bir eğitim sisteminde yetişenler için. Yine de kesinlikle denemeye değer diyorum ben. Bu dili çözmek için yazarın önerdiği bir soru haritası var. Çocuklarımızla zorlandığımızda kendimize sormamız gereken sorular.
Çocuk yoğun bir duygu yaşadığında:
1-Ne yaşadı?
Çocuğun bir tepkisi karşısında şaşkın ve çaresiz kaldıysanız, duruma onun gözleriyle bakmaya, onun kulaklarıyla duymaya çalışalım. Çocukların bizim mantığımızla düşünmesini beklemeyelim. Çocuğun tepkisini, algıladıklarını nasıl yorumladığını anlamaya çalışalım. Örneğin salyangozdan korkuyorsa, acaba onun zihninde salyangoz ne ifade ediyor, düşünelim. Çocuğun duygusunu ifade etmesine her zaman izin verelim. Çocuğa duygusuyla ilgili neden diye sormayın. Çünkü çocuk da bunun cevabını bilmiyor. Kendinize sorun: Ne yaşadı?
2-Ne söylüyor?
Çocuğun davranışıyla ne söylediğini anlamak gerek. Kapris dediğimiz ya da tuhaf, yersiz olduğunu düşündüğümüz her davranışın ardında bir duygu, bir ihtiyaç arayalım. Çocuk bize bir şey söylemeye çalışıyor olabilir. Kapris diye bir şey yoktur, bir dil ve çözülmesi gereken mesaj vardır. Bu çocuk hep böyle zaten, hep ağlar vb yorumlar çocuğun içe kapanmasına yol açar.
Bir davranış sizi şaşırtıyorsa, sinirlendiriyorsa, dikkatinizi çekiyorsa, çocuğunuz size alışılmadık gelen bir duyguyu ifade ediyorsa ya da sürekli itiraz ediyorsa bunlar alarm noktasına gelmeden kendinize şunu sorun: Ne söylüyor?
3-Ona nasıl bir mesaj iletmek istiyorum?
Her şeyi de bir mesaj olarak algılayamayız. Bazı davranışlar çocuğunun yaşını gereğidir. Duvar karalamak, perde parçası kesmek vb davranışlar çocuğun doğal keşifleri olabilir.
Üç yaşındaki bir kızın makasla kolyenizi kesmesiyle sekiz yaşındaki çocuğun bunu yapması arasında büyük fark vardır.
Bizim verdiğimiz tepkilerle çocuklar kendileri hakkındaki inanışlarını oluşturur. Biz onlara kendileri hakkında ne söylüyoruz? Verdiğimiz her tepkide, seni seviyorum, sen yeteneklisin ile işe yaramazsın, beceriksizsin arasında bir seçim yaparız. Kendi hayatınıza bir bakın, hayatınızla ona nasıl yaşamayı öğretiyorsunuz? Neşenizi, sevincinizi ne kadar gösteriyor, öfkenizi nasıl ifade ediyorsunuz?
Yanlış tepkiler verdiğinizde kabul edip özür dileyin, böylelikle ona da aynı şeyi yapmayı öğretmiş olursunuz.
4-Bunu neden söylüyorum?
Davranışımı, söylediklerimi belirleyen çocuğumun sağlığı mı yoksa sosyal kurallar mı, otomatik tepkilerim mi?
5-Benim ihtiyacım ile çocuğumunkiler arasında bir rekabet var mı?
Anne babaların ihtiyaçları ile çocuklarınki tam tamına zıttır. Çoğu anne baba düzenli ortamları, sessizliği sever. Çocuk ise dağınıklığın içinde hareket eder, gürültüye bayılır. Bu farklılık mücadeleye ve öfkeye dönüşebilir. Mücadele sonunda ise aslında iki taraf da kaybeder.
Anne baba olmak demek bir süreliğine ihtiyaçlarımızı bir kenara koymak demektir. Ama bir yandan da kendi sınırlarımızı da çocuğun yaşına göre belirlemek demektir. Çökmemek için dinlenmek, kendinize bakmanız gerekir. Bazen kendi ihtiyaçlarımızı da dinlemek bencillik demek değildir.
Çocuklarımız bizi çileden çıkardığında, onlara cevap veremeyecek noktaya geldiğimize, onlara karşı aşırı korumacı davrandığımızda çok uslu ya da tam tersi aşırı yaramaz olduklarında şu soruyu soralım:
Benim ihtiyaçlarım ile çocuğumunkiler arasında bir rekabet var mı?
6-Çocukların davranışlarına müdahale etmeden önce soralım: Benim için hangisi değerli?
Anne babalar sık sık önceliklerini unutur. Kırılmış bir vazo, yere düşmüş bir bardak, salonda bırakılmış bir kıyafet için çocuklarını yaralama pahasına bağırır çağırırlar. Müdahale etmeden önce kendinize sorun: Benim için hangisi daha değerli? Bağırdığınızda çocuğunuz bardağın kendisinden daha değerli olduğunu düşünür.
Çocuklarımız bizim alanlarımızı işgal ettiğinde, nasıl davranacağımızı bilmediğimizde, onlara göre değil de kendi anne babalarımızın ne dediğine göre davrandığımız hissettiğimize soralım
Hangisi benim için değerli?
7-Amacım ne?
Sergileyeceğim davranışlar, amacım kusursuz bir mutfağa sahip olmak olduğunda farklı, çocuklarımın her durumda bana güven duymalarını sağlamak olduğunda farklıdır.
Bir çocuğun ihtiyaçlarını önemsemek, ona saygı duymak, her şeyi yapmasına izin vermek, ya da bir şeyi kırdığında hiçbir tepki göstermemek değildir. Hissettiklerimi paylaşırken onu çok sevmeye devam ettiğimi göstermektir.
Kendisini değerli hisseden bir çocuk etrafına ve hareketlerinin sonuçlarına da dikkat eder. Yanlış yapma korkusuyla değil, sorumluluk ve başkalarına duyduğu saygı için yapar. Öyleyse amacınız ne?
Çocuğumuzun Benliğini İnşa Ettiğini Unutmayalım
Duygu, kim olduğumuzun bilincine varmamızı sağlar. Çocuklar, kimliğini, bir birey olduğunu, hayatının ona ait olduğunu ifade etmek için ne isteyip ne istemediğini, ne hissedip ne yaşadığını söylüyor
Ben çok sinirliyim, ben uyumak istemiyorum, sen gittiğinde ben çok üzülüyorum.
Onlar böyle dediklerinde biz de cevap vermeye çalışırız. “Böyle olur, çaresi yok, işe gitmek zorundayım.” Cevaplarla sorunu çözmeye çalışıyoruz. O ise bunları söylerken bir şey beklemiyor. Sadece BEN demeye çalışıyor.
Duygularını ifade ediyor, içinden geçenleri, hissettiklerini gösteriyor. Kendine ve bize yaşadığını gösteriyor. Biz, onun hissettiklerine kulak vermek yerine onun duygularının önemli olmadığını yani onun benliğinin bir hiç olduğunu söylüyoruz. Benlik duygusu, kendi duygularımızın bilincine varmamızla oluşmaya başlar.
Yetişkinler için hiç önemli olmayan tercihler çocuklar için çok önemlidir. Bizim için üzerinde fil ya da ayıcık resmi olması fark etmez ama üç yaşındaki bir çocuk bunun için krize girebilir. Çocuk yaptığı tercihlerle kendisini arar. Tercihleri vardır ve onları ifade eder. Onu başkalarından ayıran şeylerin bilincine varır. Kendi kimliğini oluşturur.
Peki, öyleyse her istediklerini yapmalı mıyız?
Çocuğun duygularını saygıyla dinlemek her zaman isteklerini karşılamak demek değildir.
Yazarın kendi kızıyla yaşadığı bir örnek şöyle:
Kızım beni kolumdan çekiyor ve parlak bir çubuğu göstererek şöyle diyor.
Anne, bak, işte böyle bir şey istiyorum
Hayır, onu alamam, çok pahalı
Bana şu cevabı veriyor:
Almayacağını biliyorum ama yine de istemeye hakkım var, değil mi?
Çocukların kırmızı bir arabaya ya da sarışın bir bebeğe ihtiyaçları yoktur ama bunları isterler. Buna karşın kızgınlıklarına, tatmin olamama hislerine kulak verilmesi ve bunlara saygı duyulması onlar için bir ihtiyaçtır. İstekleri her zaman gerçekleşemese de öfkesine her zaman kulak verilmelidir.
Örneğin; çocuğunuzun sağlıklı beslenmesine önem veriyorsunuz diyelim, sağlıksız bir yiyecek istediğinde sertçe; hayır alamazsın demekle, sakince, onu mu almak istedin, (bazen benim canım da öyle şeyler yemek istiyor, sağlıklı kalabilmek için yememeye gayret ediyorum vb konuşmak) diye sormak arasında büyük fark var.
İlkinde çocuğun duygusunu, isteğini, yani onu kendisi yapan, benliğini oluşturan şeyleri yok saymış oluyorsunuz.
İkincisinde ise onu anladığınızı hissettirmiş, istekleri olabileceğini onayladığınız mesajı vermiş oluyorsunuz.
Öyleyse kendimize soracağımız soru şu: Çocuğumuzun öfkeli olduğunu hissettiğimizde nasıl davranmalıyız? Hissettiği öfkeyi dinlemeyi kabul edin. Öfkeyi tanıyıp anlayıp ifade edilmesi için alan yaratın. Öfkeyi idare etmeyi bilmezsek şiddetin alanına gireriz. Şiddet aslında öfkenin bastırılmasının, güçlü bir duygusal yükle başa çıkmada yetersiz kalmanın, güçsüzlük hissinin ve korkunun birikmesinin sonucudur.
Çocuğunuzu empatiyle dinleyin. Yaptıklarından ziyade içindeki harekete odaklanın. Etraftaki olaylara değil, çocuğunuza eşlik edin.